Şubat 26, 2011

Ah, o zamanı, akciğerlerinden delebilseydik...

Yıllar öncesinden bakınca, bir kaç kelime sonraki soruyu gereksiz bulmak ne kadar olağan: ne haldeyiz?
Yıllar sonra sorunca; ne kadar çok sebep birikmiş, hepsi de imansızca, iç delici.

Sana hiç demiş miydim, ben hep zamanı biraz matkaba benzetmiştim. Nedenleri türlü çeşit... Fakat bu kadar haklı çıkmak ne kadar boktan... Bir vakit, zamanı delen bi şey icad etmek istemiştim, istidadım elvermedi. Oysa düşünüyorum da, biz onu delmeyi becerebilseydik, o bize bunu etmeyebilirdi. Makina mühendisliği okumuş olsam bizi kurtarabilir miydim? Gedikler, diyorum, hani belki zamanda bu kadar büyümezdi, ben zamanında zamanı kesebilcek bir şey icad etseydim ve eğer biz delici aleti daha önce çekseydik?

Yıllar önce, bugünü anlayamayacak kadar büyük yaşamak, hayır aptallık değil, elleri öpülesi bir yiğitlik. Ama yiğitlik olsun diye değil; sadece o vakit, gerçek sadece bu olduğu için.
Bugün, sana kafa tutmak neden yiğitlik? Varlığımı farket diye yiğit olmak zorunda kalmak ne acayip. Böylesi bir yiğitlik ne kadar iç delici. Sonra işte, falanı filanıyla birlikte esas cümle: keşke zamanı delebilseydik...

Fakat delemedik. Debelendik, yiğidi öldürüp defin işlemlerini gerçekleştirdik bari hakkını verelim, evet, debelendik. Epey de berelendik. Berelenmiş olmalısın, çok üzgünüm; yok, berelenmemişsen de kutlarım, iyi iş çıkardın. Bende kimi kanamalı izler var ama hücreler kendini yeniler, evet, biliyorum. Yo hayır, duygusallaşmıyorum, şekil filan da yapmıyorum. Hepsi şu: Tıp okumamış olmam yaraların iyleşeceğini bilmediğim anlamına gelmez. Fakat gerçek şu ki bazen bilmek hiç bir bok ifade etmez çünkü bazı uzuvlar iyileşmez.

Yıllar öncesinden soluduğumda, artık soluk alamıyor olmak, ne kadar imkansız.
Peki neden tek imkanımız solunum yetmezliği, yıllar sonra?

Ah o zamanı, akciğerlerinden delebilseydik...

Şubat 23, 2011

Halüsünasyon yoktur, çok votka vardır.

Anlatmak istediğim bi iki şey var. Sanırım gerçek değiller. Zaten ben de anlatmıyorum. Anlatıyor olduğumu görümsüyorum. Doğru okudunuz, görümsemek diyorum, kafa benim değil mi, şimdi uydurudum. Buraya takılmayın, neticede hep şekil bunlar, esasa girelim. Diyorum ki,  gördüğün hayalse ve bu haliyle vukuudan daha gerçekse, aklı karışıyor insanın. Akıl karışıklığını bi milim ipleyecek olsam kafa üstü çakılacağım kıldan ince bir şerittten bildiriyorum:

Onu tanıdığım anı düşünüyorum...

Onun varlığı  ya da tanışıklığımız hususunda sizi temin edemem fakat takdir edersiniz ki düş görmek için teminata gerek yoktur. Dahası anlatmak için de kefile gerek yoktur, bu yüzden o yalanlamaya kalksa bile size bu hikayeyi anlatabilirim:

Onunla nüfus müdürlüğünde tanıştık, bu konuda, eğer istediğiniz buysa, sizi temin edebilirim. Çünkü insanların kendilerini nüfustan sildirmek için vapur işletmelerine başvurmaları görüldük şey değildir ve onun talebi kelimesi kelimesine buydu. Bu arzuhalini kulaklarımla duydum. Kabul ediyorum, kulaklarımla duymak, tek başına, beni güvenilir kılmaz. Fakat insan anatomisinin sadece buna izin vermesi de beni yalancı yapmaz.

Öyle, testi gibi sıralanmışız, tam önümde ayakta duruyor. Bir ilginçliği yok, hepimiz gibi sıra bekliyor. Çünkü sıra, çoğunlukla ayakta beklenen bir şeydir. Beklemek, bekleyeni, gelmemek ihtimali ile muma çevirir. Herneyse, sıra ona geliyor, bankonun üzerinden eğilip, "size nasıl yardımcı olabilirim" diyen memureye "rica etsem beni nüfustan siler misiniz?" diyor. O kadar kibar söylüyor ki bunu, sadece bu kibarlık bile karşılığında "oha" desibellik bir şaşkınlık hakediyor. Gel gör ki, memurede deformasyon profesyonel, gözünü bile kırpmadan çok boşluklu bir form uzatıyor.

Kendini boğmak niyetindeki kişinin, köprüye ogs'siz geçiş yapamaması, sizce de acıklı değil mi?
Bence öyle ama acıklanmanın zamanı değil, zira hikaye burada bir şamar yiyor, çünkü dönüp bana "kaleminiz var mı" diye soruyor. Şaka mı lan bu, kalemi olmayan kahraman mı olur! Onu orda boğasım geliyor, hikayenin ağzına sıçıyor. Boğamıyorum
Boğulasım geliyor, olmuyor.

"Ölür müsün öldürür müsün" sorsunun, neyse ki gerçek bir soru olmadığını kavrıyor, bicevap kalışıma gönül rahatlığıyla, boşveriyorum.

Onu boğmayı aklımdan hiç geçirmemiş gibi gülümsüyor; sıramı arkamdakine, kalemimi ona teslim edip formu doldurmasına yardımcı oluyorum.
Hikaye gereği bir forma bürünmem gerektiğini bilsem de, yapamıyorum. Talebe gibi boşluk dolduruyorum.
Kalemimi iade alıp otopsi raporunu imza etmek üzere ceketimin cebine koyuyorum. İntihar notunda izim bulunsun mu istiyorum? Hayır, elbette istemiyorum, bu hikayenin cesedi, o. Ve eğer bir ceset varsa ve ben katil değilsem, öyle gibi görünmek istemiyorum.

O, resmileştirdiği yokluğunu gerçekleştirmek üzere mahalden ayrılıyor.
Rahatlamış görünüyor.
Sıraya dönüyorum.
Sıra bana bir türlü gelmiyor.

Sonra şey oluyor.
İşte şey ve bi iki şey daha ama daha fazlası değil.
Yani çok da acayip şeyler olmuyor, seri dizi mi lan bu, anbean yeni bir dram yaşansın... Adam gitti attı kendini işte. Daha ne olsun.

Gerildim yemin ederim, bu  işte, bu kadardı, bitti. Ee, tabii, bunun az evvel biten votkayla da ilgisi yok değil. Yani var. Yani ilgisi. Nokta.

Şubat 18, 2011

Deli, dedi: ... -3-

Kapıdan içeri girmemle kollarımı sıkıca kavrayıp beni duvara dayaması bir oldu. Nefesindeki vişneli şurup kokusunu bu kadar net aldığıma göre demek ki ağız boşluğu burnum direği dibindeydi. Ortalık o kadar karanlıktı ki aramızdaki mesafeyi ancak koklayarak ölçebiliyordum. Bilekleri, aldatılmış bir boğanın boynunu boynuzuna bile değmeden kıracak güçteydi ve bu durumda yapılabilecek bir tek şey vardı, çaresiz, yaptım: Beni öpmesinden korktum. Oysa korkulacak daha hayati başlıklar varmış, konuşmaya başladığında anladım:
"Yeterince ağlarsam bu korkunç cinayeti temizleyebilir miyim?" dedi.
Korktuğum başıma gelmemişti, evet, fakat daha esaslı problemlerim olduğu kesindi: Bu deli, korkmaya bile fırsat bulamadan, beni buracıkta kesecekti. Kendime rahmet dilemeden önce "hayat ne garip..." diye düşündüm.  Fakat açık ki bunu düşünecek an değildi. Az sonra veda edeceğim hayata son dakikada bok atmak kıçımı kurtarmaya yetmeyecekti. Temizlemeye and içtiği ilk şey "bu"diyerek bana işaret ettiğinden emin olduğum o korkunç cinayet, ikincisiyse, bu vesileyle, bendim.
İdrak ile idrar böyle hallerde hemen hemen aynı şey oluyormuş, en azından zamanlama itibariyle. İdrak etmemle idrar kaçırmam üç aşşa beş yukarı aynı saniyelere denk gelmişti. Giderayak birşey daha öğrenmiştim. Öğrenmemiş olmayı yeğlerdim. Yeğleyecek kadar vaktim kalmadığından emindim.

"Yeterince ağlarsam bu korkunç cinayeti temizleyebilir miyim?" dedi bir kez daha. Yanıldığımı düşündüm, korkmaya bile fırsat vermeden değil, aksine, düpedüz korkudan öldürecekti bu beni. "Yeterince ağlarsam" dedi. Ağlayamadı ama. Belki de ağladı ve fakat gözlerindeki alaz gözyaşlarını buharlaştırdı, görünmez kıldı. Çünkü ağlamak gözyaşıyla açıklanabilir birşey değildir herzaman... Aklımdan geçenleri anlamışcasına "göz bu denli kızgınken gözyaşı görünmüyor" dedi. Haklıydı; ortalık o kadar sıcakken ağladığını görmek mümkün değildi. Koklamayı denedim fakat vişneli şurup ağladığına dair delil teşkil etmedi.
Kurbanını öldürürmek üzereyken ağlaması da akla yatkın gelmedi. İnsanın katiliyle arkasından ağlayanının aynı kişi olması garipti. Tabii ya, evet, bu kadar basitti: Bu it ya hakkaten ağlamıyordu ya da beni kesmeyecekti.
"Ağlıyor musun?" diye sordum. Ortalık o kadar karanlık ve gözleri o kadar yanmıştı ki, varsa eğer, gözyaşlarını ancak kulaklarımla hissedebilirdim. Sağolsun; kulakları yerindeydi, duymazdan gelmedi:
"Ağlıyorum ama yeterince değil"dedi.
Elleri o kadardır kollarımda; kollarım o kadar mor ve ortalık o kadar karanlıktı ki morarmayı ancak acıyarak anlayabilirdim.
"Canını yaktım, ama inan bana böylesi daha iyi" dedi.

Sonra tekrar etti:

"Yeterince ağlarsam bu korkunç cinayeti temizleyebilir miyim?"
"Eğer,
yeterince
ağlarsam..."

Öyle dedi.

Şubat 16, 2011

Bavul


Kadının sırtından sopa karnından sıpa eksik edilmemesini telkin eden deyişi biliyorum. Deyişe ve deyişe kaynaklık eden zihniyete küfrümün ince güllerinden yaptığım demeti kargo kanalıyla gönderiyorum. Gönderdim.

İnanması güç ama kadının sırtından sopanın eksik edilmemesi kadar asap bozucu bir deneyim edindiğimi bildirmek istiyorum. Şöyle ki sırttan bavul eksik edilmemesi, yaratıklık halinin ender rastlanan örneklerinden biridir; tarihe not düşüyorum.

Sabahın kör karanlığında uyuyan bedenimin sırt civarında bavul hazırlanması, hönkürüklerim nedeniyle teşebbüs aşamasında kalmış olsa dahi, dört dörtlük bir cinayet nedeni. İşlemedim ama bu hak edilmediği anlamına gelmez. Çok çok o anda civarda uygun bir cinayet silahının bulunmadığı anlamına gelir. Ayrıca böyle bir durumda mutfak, yatak odasına yakınsa, parmak kadar bir meyve bıçağı bile yeterince uygun hale gelebilir, iş görür.

“Ne bağırıyorsun, bavulumu nerde hazırlayacağımı sana mı soracam?” türlü bir çıkışsa, “sırtın kadar konuş, bölgedeki kaburgalarını kırdırtma, kaburgamın kenarı sen de” demeye dili varmayan kentli bir adamın, içinde ilkel bir mağara adamı beslediğine delalettir... Zaten sırttan eksik edilmemesi buyrulan o sopa var ya, malum mağara adamının elindekidir. Neyse, işte burada kafa göz dalmak gerekir ki içiniz rahat olsun, ben gerekeni yaptım.

Uzatmayayım, anladınız zaten meseleyi: Kadına dönük şiddeti, “şiddetle” kınıyorum.
-------
Görsel şurdan.

Şubat 02, 2011

Deli, dedi: ... -2-

Ölmek, senin başına gelene dek, sana acı vermeye devam edecek.

Öyle dedi.