Aralık 09, 2011

Hoppaaaa!

Derken olaylar gelişmiş. Dışardakiler ateş filan yakmışlar, inanmazsınız, poşu bile takmışlar. İçerdekiler, hani var ya canım, bizim çocuklar, epey bi alın karışlamışlar. Tahliye olmuşlar. Yalnız dikkat; tahliye "edilmek" değil... Onlar ve binler aslında, o kadar çokmuşlar o kadar çokmuşlar ki duruşma salonlarına, cezaevi hücrelerine sığamamışlar. Taşmışlar, bir başka deyişle; tahliye olmuşlar...

Aralık 03, 2011

Piç.

Kumsaldaydık diye hatırlıyorum. Yanyanaydık. Elimi tutuyordun. Geceydi. Serin bile değildi. Ilık bir gecede denize karşı elele durmak bana pek akıllı işi gibi görünmedi. Elele tutuşmak, yani böyle gayesizce, henüz küçük bir kızken bile bana pek normal gelmezdi.

Mutlu görünüyordun. Gerçekten... Deniz kenarında amaçsızca elele oturmanın mutlu edebildiği insanlardan olmak istiyordum. Yani aslında ben de mutluydum. Felaket mutluydum hem de... Vay canına, çok mutluydum. Ama kahretsin, bi insanın, deniz kenarına kadar gelmişken ayaklarını bari suya sokmadan mutlu olabilmesinin de bir sınırı vardı. Öyle ya, bazen mutluluk, gerekenin yapılmasıydı.

Sense ellerinle ayaklarını ayırabildiğin ölçüde huzurluydun. Bana gelince, elim senin elinde iyiydi de, deniz şıpırdarken ayaklarımın hangi nedenle dışarda ve çoraplı olduğuna akıl sır erdiremiyordum. Gerçek şu ki, aşk için bütün vücudunu kullanman gerekir. Hem de aynı anda... Bir yerini bir diğerinden ayrı kılarak mutlu olabilmenin bir yolu yoktu. Vardıysa da ben bilmiyordum. Kumsalda suya sokulmamış ayaklar varken ellerimle seni değil kara deliği tutsam kar etmezdi;. bahis aşksa, o şey,  insanın her yanını mutlu etmeliydi. Ayaklarıma düpedüz acıyordum ve sırf şefkatimden, ellerimi ellerinden çekesim geliyordu. Çekemiyordum.

Aşıktım, olur böyle şeyler...

"Az suya girelim mi" dedim. "Üşürsün" dedin. Oysa birlikte girersek ikimiz de üşürdük. Üşümenin nesi kötü? Hele elimiz ayağımız böbreğimiz kulağımız, hepsi aynı anda üşüse... Sakınacak nesi var, birlikte üşüsek? Topyekün üşüsek? Üşürsün dedin ve bunun şefkatle ilgisi yoktu. Bunun aşkla da ilgisi yoktu. Bu allahın belası şeyin neyle ilgisi vardı?

Oturduk öyle bir süre daha. Artık elele bile değildik. Oturduk öyle ve bunun bizle bir ilgisi yoktu. Daha bi hayli şarap vardı. Hepsi buydu. Daha şarap vardı. Bu sirke gibi boku içmek için kumsala gelmek bana pek akıllı işi gibi görünmedi. Henüz küçük bir kızkenden beri bildiğim şey, insanların kıyılarda yapmaları gereken ilk işin ıslanmak olduğuydu. Çocuk kadar aklın olsa, yani yalnızca o kadarcık, ıslanmak seni bu kadar korkutmuyor olurdu.

Kumsaldaydık diye hatırlıyorum. Sanırım yanlış hatırlıyorum. Ama biliyorum, birlikte üşümek senin isteyeceğin türden birşey olmadı hiç. Piç.


Kasım 15, 2011

Mıh.

"Evladım, bir bakar mısın, bugün ayın kaçı?" dedi. Başta üstüme alınmadım zira o sesin, stüdyosal donanımları saymazsak, bana evlat diye seslenebilmesi mümkün değildi. Çünkü seslerin de egoları vardır ve belli ki bahsolunan benimkinden gençti. Stüdyoda olmadığımızı söylememe gerek yok.

"Bugün ayın kaçı?" diye yineledi. Bu defa üstüme alındım. Çünkü öyle anlar vardır ki sizi işaret eden hiçbir sesleniş içermese de size yönelen soruların size yöneldiğini anlarsınız. Bazıları buna alınganlık der. Bana sorarsanız, "sadece insan sıfatınızdan ötürü kimi soruların muhatabı olabilirsiniz ve hepsi bu" derim. Çünkü insan olmak, yeri geldiğinde, sahibi bulunulan addan kurtulmaktır. Doğrudan size yönelmemiş olsa bile sorulana kafa yormak, üste alınmaktır... Ama dikkat, "alınmak" değil.

Ben de bana yöneldiğini gösteren hiçbir emare bulunmamasına rağmen bana sorulan soruya kafa yordum. Peki tamam, yormadım. Evet, ayın kaçı olduğunu belirleyebilmemiz için takvim gibi icatlar var. Fakat lütfen bu tarihi icadın erdemli vicuduma gölge düşürmesine izin vermeyin, rica ederim. Zira hepimiz biliyoruz ki sorulan masraflı doku hipotezi olsaydı da tabiatım gereği soluğu kütüphanede almıştım. Çünkü insan olmak yeri geldiğinde bilmemektir. Ama dikkat, bilmemek değil öğrenmemek ayıptır.

"16'sı, dayı" dedim. Dememle dönmem arasındaki zamansal uyumu anlatmam mümkün değil, görmek gerekir. Ya da abartmayayım, anlatayım;  tam olarak o dediğimi derken döndüm. Bir de ne göreyim: Dayı dediğim adam benden en az 5 yaş gençti. Dahası, dayı dediğim adam kadındı. Üstelik afili sayılamayacak derecede fi tarihinden kalma bir ayakkabı boya sandığının arkasındaydı. Cevabi çıkışım karşısında şaşaladı. Hal bu iken şaşıranın o olması şaşırtıcıydı.

"16'sı" diye yineledim. Bu defa üstüne alındı. Çünkü öyle sorular vardır ki mühim olan tek şey herhangibir cevaptır ve sorduğunuz kişiden gelmemesi önemini kaybeder. Bazıları buna... İlla ki birşey der. Bana sorarsanız "öyle birşey olur ki, sadece insan sıfatınızdan ötürü takviminizi yitirmek isteyebilirsiniz ve hepsi bu" derim. Yitirmekse, allahın belası, kasten yapılabilemez bir şeydir.

"16'sı demek. 16 yıl oldu demek..." diyerek toparlanıp gitmeye hazırlandı. Toparlanırken söylediklerinin bana isabet etmediğini anlamıştım. Sanırım hiçbirşey demese de anlardım. Çünkü bu kadar keder bir yabancıyla ilgili olamazdı. Böylesi keder için birşey olması ve tarihin bir noktaya mıhlı kalması lazımdı. Gitmeye hazırdı.

Şaşırmadım. Çünkü takvim, en az bir ayının bir gününü hafızanıza kazıdığından emin olmadığı müddetçe unutulmayı kabullenmeyecek kadar adi bir yosmadır. Söylenenlerin artık size isabet etmediği yerse, ve hatta adınız söylense bile, tarihle hesabı süren bir insanın sizin insanlığınızdan da büyük ıstırabıdır.

Ekim 21, 2011

Kaybımız büyük.

Kahramanımız bir erkek... Yok yok, değil, bir kadın... Çünkü saçları uzun ve eflatuni bir ruj var dudağında. Camlar buğulu olduğundan renk net değil, rujlu olduğu kesin de rengi en yaklaşık tahminle eflatuni işte...

Yabancı yabancı bakıyor, acaba daha önce hiç metrobüse binmemiş mi? Oysa çalışan biri gibi, yani günde en az iki kere o lanet şeye binmeli. Bi dakika, yoksa o yabancılık fazla kalın çekilmiş göz kaleminden mi? İnsanın işten çıkış saatinde hala makyajlı olması mucizevi, değil mi?

Sarı saçları var.  Var mı dedim? Yanlış oldu, çünkü yok. Yani saçı var da sarı değil. Çünkü gözleri mavi. Çünkü çok güzel ama başka şekil. Sarı saç mavi göz ezberinde değil. Siyah gibi görünüyor, yani saçları diyorum, olsa olsa koyu kestanevi. Evet, öyle, çünkü dediğim gibi, camlar buğulu. Netsizlik benden ötürü değil; sebebi insan nefesi... Seçemiyor gözüm işte, tıpkı sizin de emin olmak için hala baktığınız gibi.

Kahramanımız aslında pek kahraman sayılmaz. Bilakis pek tedirgin, hep geçimli, tek kelimeyle naif. Cam ardından mümkün değil tabii de, ensesine vursak cüzdanını alırdık, kesin. Fakat biz öyle kimseler değiliz. Hem cezası da var. Ayrıca kız da kimseye böyle bir şey yapamaz. Hatta cezasız olsa da yapamaz. Bu yüzden onu bütünüyle anlamamız mümkün değil. Korkak bir iyilik ondaki. İyiliği yiyen bir korkaklık; korkaklık yüzünden bir iyilik belki. Onu  net bilemiyoruz çünkü dediğim gibi, camlar buğulu. En çok güne dayanıklı göz kalemini, eflatuni rujunu, sarı olmayan saçlarını seçebiliyoruz; hepsi bu.

Kahramanımız bir durakta iniyor, ya da biz öyle sanıyoruz. Bu, mmm, şey olacak..., köprüden sonraki ilk durak. Bilemedin ikinci. Çok çok üçüncü... Bir kaç ihtimal daha var ama onları da sayarsak boku çıkacak; saymıyoruz. Neticede inilen her yerin durak olduğunu biliyoruz. Devamı var, seziyoruz. Köprüden önce yahut sonra kaçıncı, bir süre sonra önemsemiyoruz. Fiil itibariyle bir süre duruyor ve sonra binerek devam ediyoruz. Atıydı, eşeğiydi; artık neye binildiğini iplemiyoruz. Binmek önemli oluyor, binilen yerin adını da, evelallah, biliyoruz.

Kahramanımız, iner inmez gözden kayboluyor. Ben kaybediyorum en azından, siz takip edebildiniz mi? Mavi gözlüydü, evet, inenlerin hiçbiri mavi gözlü değildi, evet. İnmedi mi, indiğini görmediniz mi, gördünüz mü, evet, ben de gördüm. İnerken gördüm de inenler arasında yoktu, siz gördünüz mü, hayır mı, ne tuhaf...

Sahiden çok tuhaf... Kahramanımız, bir durak var ise orada inmeliydi. Bir süre beklemeli ve tekrar binmeliydi. Hikayenin gelişi böyleydi ve ayrıca duraklar da bunu gerektirirdi. Kahramanımıza gelince; o, durakta buhar olacak cinsten biri değildi, bilakis, pek tedirgin, hep geçimli, tek kelimeyle naifti.

Bu kadar yumuşak başlı bir kahramanı bile bilemediğimiz bir durakta kaybettik. Zorunlu olarak bir hikayenin daha sonuna geldik. Sizinle hikaye mikaye de yazılmaz, el işte göz oynaşta... Gitti gül gibi kahraman.

E, esen kalın madem. Ya da kalmayın. Ya da kalın, banane.

Ekim 20, 2011

Çünkü bazen böyle olurmuştu.

Onu sevmem neredeyse sadece onunla ilgiliydi. Sevmenin öznesi ve sevmenin böylesi hiçbirşey değiştirmedi. Değiştirmesi gerekir miydi, belli değil. Çocukluktu onunki belki ve  belki benimki de öyleydi. Hepsi buydu belki, ve belki benim çocukluğum sadece daha sevecendi. Sebebi her neyse, onun sevilmekten anladığı, işte denildiği gibi, sadece sevilmekti. Sevmedi; ya da ne bileyim, sevemedi.

Benim böylesine sevmekten anladığım böylesine rahat söyleyememekti. Çünkü sevdiğiniz ölçüde söyleyebilmekten acizsinizdirdi. Onun sevilmekten anladığı sevildiği denli sevmemekti demek ki... Çünkü bazen böyle olur. Ya da o vakit öyle olmuştu. Sevmedi, sevemedi.

Onu sevmem sadece onunla ilgili gibiydi sanki. Tıpkı zaman zaman beni sevmesinin bütünüyle onunla ilgili olması gibi. Sevilesi olan oydu ve eğer seviyorsa da onun lütfu...  Tıpkı günün birinde onu terketmem ve terkedişimin neredeyse sadece onunla ilgili olması gibi. Terketmemi hükümsüz kılacak kadar acil bir terkediliş gibi... Bir terkedişin bal gibi terkediliş olduğunu bilmeme rağmen, resmen, bir suçlu gibi.

Çünkü bazen böyle olur. Çünkü o vakit öyle olmuştu. Ne önemi var derseniz, yok, nihayetinde  sadece bir hikayeydi, geçmiş zamandı, ve hatta zamanı da geçmişti. Tezatlık şu ki, bazen bazı şeyler hiç gitmezdi... Geçmişte kalsa da, geçmiş zamanın  kesinlik bildiren geniş zamanlı hikayeleri olabilirdi. Olmuşluğu yok değildi. Olmuşluğu vardı. Olurdu. Olur.

Çünkü bazen böyle olurmuştu.

Eylül 11, 2011

Deli, dedi: ... -5-

Yanıma oturdu. Bunu garipsemeyi aklıma dahi getirmedim, başka boş yer yoktu. Şunu garipsemeyi akıl ettim; dimdirek bana bakıyordu ve sanki bunu yaparken gözlerini değil de dilini kullanıyordu. Organların asli görevleri dışındaki etkinlikleri tedirgin edicidir. Birinin sizi gözleriyle soymasının elleriyle soymasından yahut vakadaki gibi size diliyle bakmasının gözüyle bakmasından daha ürkütücü olduğu açıktır. İşte bu yüzden bazı bakışlar vardır ki bakmayı kesse de bi kelam etse dersiniz. Ben de tam olarak bunu yeğliyordum ki konuştu:
"Bazen bazı şeyler cidden garip. Hayli ve cidden, garip. Ayçiçeğinin, çekirdeğindeki selenyum maddesinden zerrece haberinin olmaması mesela, çok garip. Nerdeyse hamile bir kadının ilk üç ay hortum gibi kusması kadar garip. Hamile değilim ve bazen bazı şeyler hamile olmamamdan daha garip" dedi.
Hepsini bir çırpıda dedi.
Erkekti.
Bazen bazı şeyler cidden garipti. Bir dizi bakıştan, seri saçmalarla konuşulmasını yeğleyecek kadar tedirgin olmak hakikaten garipti. Yahut garibanlığa yakın bir talihsizlik haliydi. Malum ki bakılmaktan ölen görülmemişti fakat bu konuşma az daha devam ederse beni öldürebilirdi. İsabetsiz tercihlerim benim tarihimdi ve tarih en azından kişisel bazımda tekerrürden ibaretti. Gerçi baz benimdi, kime neydi ama neyi yeğleyeceğim konusunda aşırı bir başarısızlık sergilediğim kesindi. "Sergilemek" de amma müstehcen bi fiildi. Böyle şeyler düşünüyordum. Belli ki düşünürken dur kalkla kalkmış midemi kullanıyordum. Buna rağmen o anda hangi organın neyi yanlış yaptığı konusunda onunla yarışamazdım. Az önce diliyle bakan o değilmiş gibi bu kez de diliyle nişan alıyordu. Çünkü işte aynı mesele, tetiği çeken parmaksa sorun yok da dilin parmak gibi davranması sersemletiyordu. Sersemletiyor. Sersemletir.
"Sersem seni" dedi.
"Sersem" dedi. "Bu kez bir hikaye yok, sadece sarhoşum."
Öyle dedi.

Temmuz 15, 2011

Deli, dedi: ... -4-

Sonra işte kapı çaldı. Duymazlıktan gelmenin imkanı yoktu, zilin sesi açtırıcı ölçüde tırmalayıcıydı. Hala da öyle, gelirseniz kayıtsız kalamam. Neyse, açtım. "Çayın var mı" dedi ki yoktu. Yani vardı da kuruydu. Alım gücü endeks şeysine gelmediği de kesindi, niyeti belliydi; durumun idrakındaydım ve haliyle, kuru çayı vardan saymadım. Çay var demedim. Yok da demedim. Bira vardı, desem tam sırasıydı, ıslak ve gazlıydı.
Öyle dedim.
Eyvallahı hazırdı.
Girdi.
Oturdu. "Aç bi bira" dedi. Hakkı vardı, kapıdan sonra bi biranın lafı olmazdı; açtım.
"Ne bu hüzün yüzündeki" dedi. Soru o kadar zeminsiz ve zamansızdı ki, böyle durumlarda en münasip tavır cevap vermektir. Verdim. "Safra kesesi" dedim. Sonra düşündüm, keşke rüşeym deseydim, daha güzeldi. Serbülent de iyi olurdu esasen, demesi çok şenlikli. Ama bilirsiniz, tanımadığınız insanlarla bir anda sıkı fıkı olmak doğru olmaz ve gevezelik etmek sıkı fıkılık gibi birşeydir. Ben de fazla ses etmedim. O arada, yani sıkı fıkılık müessesesini düşünürken aklıma "fıkıh" geldi; allam ne kadar genizliydi...Karşıma çıkan ilk zeminsiz ve zamansız soruya bu cevabı vermeye karar verdim.
"Ne bu hüzün yüzündeki" diye tekrar etti. Sanırım tanımadığı insanlarla münasebet konusunda benimle aynı fikirde değildi.
"Hüznü yüzüme kitlemek isterdim, oysa aklı olan heryerim acıyor benim" dedi. Evet, deliydi.Bilirsiniz işte, aklı akıp heryerine nüfus etmişti.

"Aklı olan heryerim acıyor benim" dedi.

Haziran 17, 2011

Düşük

Oldukça epey süredir yazmıyorum. Elden ayaktan düştüm. Bu gidişle gözden de düşerim, net. Gerçi göze girebildiğim de şüpheli. Esasında girilen yerden ancak çıkılabilir, oysa gözden çıkılmıyor. Gerçi gözden çıkarma diye bi olay var fakat bunun konuyla ilgisi yok. Sanırım konu da olmadığından bu bir sıkıntı yaratmayacak.
Göze girmek bana hep şemsiyeyi hatırlatıyor ve yağmurlu havaları hiç sevmiyorum.
Elden düşme bir yazı olacak gibi, en iyisi size okuduğum kitaplardan bahsedeyim: Kapak karton, içi mis gibi samanlı kağıt. Genel olarak böyle.
Böyle yani.

Mayıs 23, 2011

Beş Ne

Sevgilim sen beni nasıl sevdin?
Eti budu belli bir kadıncıgı sevginle toplayıp nasıl bu çapta bir hacim elde ettin?
Sevgilim, sen beni neye benzettin?
Audry Hepburn'ün yanından gecemem, ve öyle bir örnek verdim ki cümlenin devamını getiremem. Bu aklı gidik kadını, o koca aklına rağmen nasıl sevdin?
Sevgilim sen beni ne kadar sevdin?
Kızgınlıklı halimi benden çıkarınca bıldırcın kadar etmem aslen. Sen beni aslan farzettin. Bir kümes hayvanını, bir vahşinin anlayacağı kadar sevdin.
Sevgilim sen beni ne vakit sevdin?
Akrep ve yelkovan yoktu, biliyorum. Vaktin kilo işi geçebilmesine şaşılmazdı yahut litre litre şişelere doldurulabilmesine.... Zaman, elbette vardı, sadece tartı hususundaki ölçekler tartışmalıydı. Zaman bu kadar tartışmalıyken sevdiysen beni, bence, zaman ölçülebilir olmamalı. Zaman, eğer varsa, senin beni sevdiğin vakit milat olmalı.
Sevgilim, sen beni nerde sevdin?
Dumanın gözleri dağladığı bir yerdi, oksijen istisna idi; o buğuda elimin nerde olduğunu nerden bildin?

Sevgilim,
Çok uykum geldi.

Nisan 30, 2011

Fakr-u Zaruret.

Zaruretten soruyorum:
Özlemek hangisiyle saha samimi?
a) Yokluk
b) Varlık

Saniye düşünmeden "a" şıkkını karalayan Dalmaçyalılar, aklınızı gevrek mi sandınız?  Yokluk mudur özlemenin ana nedeni? Tanrım, ne kadar aptalsınız....
Özlemek, özlediğiniz kişiyi karşınızda görene dek, kendini farkettirmeme hesabında bir soysuzdur; sinsidir. Özlemek, dibine kadar  varlıkla ilgilidir ve eğer dolayımsız bir cevap verecek olursak, ilgili şahısın  karşınızda durması ve bu karşılıklılığın mezurasal değeriyle daha samimidir Özlemek, kişi şayet karşınızdaysa gerçektir... Ya da karşınızdan daha yakın bir yerinizdeyse... Neyse, bu kısmı geçelim, zira ayrıntıya gireresem konu dağılarak epey başka ve epey "konulu" bişey olacak.
Konuya dönersek, dokunamadığınız için değil; dokunabildiğiniz için ve dokunduğunuz anda özlersiniz. Ve ayrıca sizssiniz aptal, çünkü gerçek bu. Dokunamadığınız için değil, bir süre dokunamadıktan sonra dokunabildiğiniz içindir o his. Aptal olduğumu düşünmek yerine hislerinizi çözmeyi deneseniz iyi edersiniz.
Mesela bi insanın sesini özleyemezsiniz. Devamla, bir insanın sesini özlememek için onun Banu Alkan olmasına gerek yoktur. "Sesini bile özledim"li cümleler, kahretsin, çok silindirik şeylerdir. O kadar ki; "k" harfini "l" harfiyle değiştirmenin bile daha gerçek olduğuna bahse girerim...
Haydi Dalmaçyalılar, gerçekçi olalım: Duyulduğu ana dek, sesi özlemek, inanın bana, adlı adınca, arabesktir. Duyduğunuz zamana gelirsek, o an yaşanan, eşsiz bi hadisedir. Tuhaf bulduğunuzun farkındayım fakat kabul etmelisiniz ki haklıyım: "Sesini bile özlemek" denilen, "bizzat sesini" duymakla ilgilidir.
***

Fakirlikten soruyorum:
Özlemek hangisiyle saha samimi?
a) Yokluk
b) Varlık

Özlemek, şahsın yokluğu ile samimi değil, onunla bir ve aynı şeydir. Varlıkla tek ilgisi, varlığına karşı duyulmasından ibarettir. Elbette bu da az şey değil; ama esgeçeilebilir.
Özlemek, şahsın yokluğunda, dudağınızın uçuklaması gibi birşeydir.
Özlemek, şahsın yokluğunda, tırnaklarınızı kesmektir. Tırnak yemek değildir çünkü o asil sayılamayacak bir alışkanlıktan ibarettir.
Özlemek, şahsın yokluğunda, perdeleri indirmektir; yıkamak, yumuşatmak ve tekrar asmak için debelenmektir. Geçsin diye vakti itmektir.
Özlemek, şahsın yokluğunda, her cümlenize özne olarak "şahsı" tayin etmektir.
Özlemek, şahsın yokluğunda, toplu taşıma araçlarındaki her vatandaşa kafa göz dalmak istemektir.
Özlemek,şahsın yokluğunda, yirmidokuzbininci kez "The Godfather" izlemektir...
Özlemek, şahsın yokluğunda, özlemenin bizzat "yoksunluk"la ilgili olduğunu idrak etmektir. Yokluk çekmektir.
***
Özlemek, Saygıdeğer Dalmaçyalılar, şahsın yokluğunda, "özlemekle ilgil bu denli silindirik bi takım gevelemeler üretmek ve bunun Siz Dalmaçyalılar tarafından iştahla okunması hali" şeklinde özetlenebilir.

Oysa yegane gerçek şudur ki, hepi topu bir elin parmağını geçmeyen Dalmaçyalılar, siz asla tadamayacak olsanız da, özlemek, tümüyle ve sadece, benim sevgilimin eli ürünü olabilecek bir fakr-u zaruret halidir. 


Velhasıl, özlemek nedir bilmeyen, allan belası Dalmaçyalı kardeşlerim...
Pek saygıdeğer olduğunuz söylenemez. Fakat size özlemekle ilgili saygıdeğer birşey söylenebilir:
Özlemek, ilgili şahıs bi iki saate evde olduğunda, yapacaklarımızı anlatamayacağım kadar ayıp bi'şeydir.
...

Nisan 12, 2011

Yazasım var ama nerde bulamıyorum.

Yazasım var ama nerde bulamıyorum.
Karın boşluğumda olamaz, çünkü adı ustunde, orası bir boşluk. Göğüs boşluğumu da aynı nedenle esgeçiyorum.
Parmak aralarımda olsaydı, az evvel duş giderine bi iki parçası takılırdı. Heves, sandığınızdan daha somut birşey çünkü. Süzgeçlere muhakkak takılır.
Tırnak diplerim, saç köklerim, avuç içlerim de temiz. Deri parçaları, kepek yumakları, ter damlalarından eser yok ve en az bir o kadar namevcut aradığım şey.
Karaciğerim alkolle dezenfekte; böbreklerim sidikle...

Yazasım var ama nerde bulamıyorum.
"Temiz" olmakla malulüm. Kire pasa bulaşmadıkça yazamıyorum.


Mart 14, 2011

Etkinsiz.

Elinde bir ayna vardı. Göğsünün sol yanına dayamış, yere paralel tutuyordu.
Aynaya baktı: Bir kalp olması gereken yerde aşkınca hüzünlü bir adamın suratı duruyordu.

Elinde bir ayna vardı. Artık çok eskimiş masa takviminin herhangi bir ayına doğrultulmuştu.
Aynaya baktı: Geçmişin bulunması gereken yerde ileri derecede miyop bir adamın bal rengi gözleri duruyordu.

Elinde bir ayna vardı ve hatırlamasına hiç yardımı olmuyordu.
Elinde bir ayna vardı ve unutmasına hiç yardımı olmuyordu.

Şubat 26, 2011

Ah, o zamanı, akciğerlerinden delebilseydik...

Yıllar öncesinden bakınca, bir kaç kelime sonraki soruyu gereksiz bulmak ne kadar olağan: ne haldeyiz?
Yıllar sonra sorunca; ne kadar çok sebep birikmiş, hepsi de imansızca, iç delici.

Sana hiç demiş miydim, ben hep zamanı biraz matkaba benzetmiştim. Nedenleri türlü çeşit... Fakat bu kadar haklı çıkmak ne kadar boktan... Bir vakit, zamanı delen bi şey icad etmek istemiştim, istidadım elvermedi. Oysa düşünüyorum da, biz onu delmeyi becerebilseydik, o bize bunu etmeyebilirdi. Makina mühendisliği okumuş olsam bizi kurtarabilir miydim? Gedikler, diyorum, hani belki zamanda bu kadar büyümezdi, ben zamanında zamanı kesebilcek bir şey icad etseydim ve eğer biz delici aleti daha önce çekseydik?

Yıllar önce, bugünü anlayamayacak kadar büyük yaşamak, hayır aptallık değil, elleri öpülesi bir yiğitlik. Ama yiğitlik olsun diye değil; sadece o vakit, gerçek sadece bu olduğu için.
Bugün, sana kafa tutmak neden yiğitlik? Varlığımı farket diye yiğit olmak zorunda kalmak ne acayip. Böylesi bir yiğitlik ne kadar iç delici. Sonra işte, falanı filanıyla birlikte esas cümle: keşke zamanı delebilseydik...

Fakat delemedik. Debelendik, yiğidi öldürüp defin işlemlerini gerçekleştirdik bari hakkını verelim, evet, debelendik. Epey de berelendik. Berelenmiş olmalısın, çok üzgünüm; yok, berelenmemişsen de kutlarım, iyi iş çıkardın. Bende kimi kanamalı izler var ama hücreler kendini yeniler, evet, biliyorum. Yo hayır, duygusallaşmıyorum, şekil filan da yapmıyorum. Hepsi şu: Tıp okumamış olmam yaraların iyleşeceğini bilmediğim anlamına gelmez. Fakat gerçek şu ki bazen bilmek hiç bir bok ifade etmez çünkü bazı uzuvlar iyileşmez.

Yıllar öncesinden soluduğumda, artık soluk alamıyor olmak, ne kadar imkansız.
Peki neden tek imkanımız solunum yetmezliği, yıllar sonra?

Ah o zamanı, akciğerlerinden delebilseydik...

Şubat 23, 2011

Halüsünasyon yoktur, çok votka vardır.

Anlatmak istediğim bi iki şey var. Sanırım gerçek değiller. Zaten ben de anlatmıyorum. Anlatıyor olduğumu görümsüyorum. Doğru okudunuz, görümsemek diyorum, kafa benim değil mi, şimdi uydurudum. Buraya takılmayın, neticede hep şekil bunlar, esasa girelim. Diyorum ki,  gördüğün hayalse ve bu haliyle vukuudan daha gerçekse, aklı karışıyor insanın. Akıl karışıklığını bi milim ipleyecek olsam kafa üstü çakılacağım kıldan ince bir şerittten bildiriyorum:

Onu tanıdığım anı düşünüyorum...

Onun varlığı  ya da tanışıklığımız hususunda sizi temin edemem fakat takdir edersiniz ki düş görmek için teminata gerek yoktur. Dahası anlatmak için de kefile gerek yoktur, bu yüzden o yalanlamaya kalksa bile size bu hikayeyi anlatabilirim:

Onunla nüfus müdürlüğünde tanıştık, bu konuda, eğer istediğiniz buysa, sizi temin edebilirim. Çünkü insanların kendilerini nüfustan sildirmek için vapur işletmelerine başvurmaları görüldük şey değildir ve onun talebi kelimesi kelimesine buydu. Bu arzuhalini kulaklarımla duydum. Kabul ediyorum, kulaklarımla duymak, tek başına, beni güvenilir kılmaz. Fakat insan anatomisinin sadece buna izin vermesi de beni yalancı yapmaz.

Öyle, testi gibi sıralanmışız, tam önümde ayakta duruyor. Bir ilginçliği yok, hepimiz gibi sıra bekliyor. Çünkü sıra, çoğunlukla ayakta beklenen bir şeydir. Beklemek, bekleyeni, gelmemek ihtimali ile muma çevirir. Herneyse, sıra ona geliyor, bankonun üzerinden eğilip, "size nasıl yardımcı olabilirim" diyen memureye "rica etsem beni nüfustan siler misiniz?" diyor. O kadar kibar söylüyor ki bunu, sadece bu kibarlık bile karşılığında "oha" desibellik bir şaşkınlık hakediyor. Gel gör ki, memurede deformasyon profesyonel, gözünü bile kırpmadan çok boşluklu bir form uzatıyor.

Kendini boğmak niyetindeki kişinin, köprüye ogs'siz geçiş yapamaması, sizce de acıklı değil mi?
Bence öyle ama acıklanmanın zamanı değil, zira hikaye burada bir şamar yiyor, çünkü dönüp bana "kaleminiz var mı" diye soruyor. Şaka mı lan bu, kalemi olmayan kahraman mı olur! Onu orda boğasım geliyor, hikayenin ağzına sıçıyor. Boğamıyorum
Boğulasım geliyor, olmuyor.

"Ölür müsün öldürür müsün" sorsunun, neyse ki gerçek bir soru olmadığını kavrıyor, bicevap kalışıma gönül rahatlığıyla, boşveriyorum.

Onu boğmayı aklımdan hiç geçirmemiş gibi gülümsüyor; sıramı arkamdakine, kalemimi ona teslim edip formu doldurmasına yardımcı oluyorum.
Hikaye gereği bir forma bürünmem gerektiğini bilsem de, yapamıyorum. Talebe gibi boşluk dolduruyorum.
Kalemimi iade alıp otopsi raporunu imza etmek üzere ceketimin cebine koyuyorum. İntihar notunda izim bulunsun mu istiyorum? Hayır, elbette istemiyorum, bu hikayenin cesedi, o. Ve eğer bir ceset varsa ve ben katil değilsem, öyle gibi görünmek istemiyorum.

O, resmileştirdiği yokluğunu gerçekleştirmek üzere mahalden ayrılıyor.
Rahatlamış görünüyor.
Sıraya dönüyorum.
Sıra bana bir türlü gelmiyor.

Sonra şey oluyor.
İşte şey ve bi iki şey daha ama daha fazlası değil.
Yani çok da acayip şeyler olmuyor, seri dizi mi lan bu, anbean yeni bir dram yaşansın... Adam gitti attı kendini işte. Daha ne olsun.

Gerildim yemin ederim, bu  işte, bu kadardı, bitti. Ee, tabii, bunun az evvel biten votkayla da ilgisi yok değil. Yani var. Yani ilgisi. Nokta.

Şubat 18, 2011

Deli, dedi: ... -3-

Kapıdan içeri girmemle kollarımı sıkıca kavrayıp beni duvara dayaması bir oldu. Nefesindeki vişneli şurup kokusunu bu kadar net aldığıma göre demek ki ağız boşluğu burnum direği dibindeydi. Ortalık o kadar karanlıktı ki aramızdaki mesafeyi ancak koklayarak ölçebiliyordum. Bilekleri, aldatılmış bir boğanın boynunu boynuzuna bile değmeden kıracak güçteydi ve bu durumda yapılabilecek bir tek şey vardı, çaresiz, yaptım: Beni öpmesinden korktum. Oysa korkulacak daha hayati başlıklar varmış, konuşmaya başladığında anladım:
"Yeterince ağlarsam bu korkunç cinayeti temizleyebilir miyim?" dedi.
Korktuğum başıma gelmemişti, evet, fakat daha esaslı problemlerim olduğu kesindi: Bu deli, korkmaya bile fırsat bulamadan, beni buracıkta kesecekti. Kendime rahmet dilemeden önce "hayat ne garip..." diye düşündüm.  Fakat açık ki bunu düşünecek an değildi. Az sonra veda edeceğim hayata son dakikada bok atmak kıçımı kurtarmaya yetmeyecekti. Temizlemeye and içtiği ilk şey "bu"diyerek bana işaret ettiğinden emin olduğum o korkunç cinayet, ikincisiyse, bu vesileyle, bendim.
İdrak ile idrar böyle hallerde hemen hemen aynı şey oluyormuş, en azından zamanlama itibariyle. İdrak etmemle idrar kaçırmam üç aşşa beş yukarı aynı saniyelere denk gelmişti. Giderayak birşey daha öğrenmiştim. Öğrenmemiş olmayı yeğlerdim. Yeğleyecek kadar vaktim kalmadığından emindim.

"Yeterince ağlarsam bu korkunç cinayeti temizleyebilir miyim?" dedi bir kez daha. Yanıldığımı düşündüm, korkmaya bile fırsat vermeden değil, aksine, düpedüz korkudan öldürecekti bu beni. "Yeterince ağlarsam" dedi. Ağlayamadı ama. Belki de ağladı ve fakat gözlerindeki alaz gözyaşlarını buharlaştırdı, görünmez kıldı. Çünkü ağlamak gözyaşıyla açıklanabilir birşey değildir herzaman... Aklımdan geçenleri anlamışcasına "göz bu denli kızgınken gözyaşı görünmüyor" dedi. Haklıydı; ortalık o kadar sıcakken ağladığını görmek mümkün değildi. Koklamayı denedim fakat vişneli şurup ağladığına dair delil teşkil etmedi.
Kurbanını öldürürmek üzereyken ağlaması da akla yatkın gelmedi. İnsanın katiliyle arkasından ağlayanının aynı kişi olması garipti. Tabii ya, evet, bu kadar basitti: Bu it ya hakkaten ağlamıyordu ya da beni kesmeyecekti.
"Ağlıyor musun?" diye sordum. Ortalık o kadar karanlık ve gözleri o kadar yanmıştı ki, varsa eğer, gözyaşlarını ancak kulaklarımla hissedebilirdim. Sağolsun; kulakları yerindeydi, duymazdan gelmedi:
"Ağlıyorum ama yeterince değil"dedi.
Elleri o kadardır kollarımda; kollarım o kadar mor ve ortalık o kadar karanlıktı ki morarmayı ancak acıyarak anlayabilirdim.
"Canını yaktım, ama inan bana böylesi daha iyi" dedi.

Sonra tekrar etti:

"Yeterince ağlarsam bu korkunç cinayeti temizleyebilir miyim?"
"Eğer,
yeterince
ağlarsam..."

Öyle dedi.

Şubat 16, 2011

Bavul


Kadının sırtından sopa karnından sıpa eksik edilmemesini telkin eden deyişi biliyorum. Deyişe ve deyişe kaynaklık eden zihniyete küfrümün ince güllerinden yaptığım demeti kargo kanalıyla gönderiyorum. Gönderdim.

İnanması güç ama kadının sırtından sopanın eksik edilmemesi kadar asap bozucu bir deneyim edindiğimi bildirmek istiyorum. Şöyle ki sırttan bavul eksik edilmemesi, yaratıklık halinin ender rastlanan örneklerinden biridir; tarihe not düşüyorum.

Sabahın kör karanlığında uyuyan bedenimin sırt civarında bavul hazırlanması, hönkürüklerim nedeniyle teşebbüs aşamasında kalmış olsa dahi, dört dörtlük bir cinayet nedeni. İşlemedim ama bu hak edilmediği anlamına gelmez. Çok çok o anda civarda uygun bir cinayet silahının bulunmadığı anlamına gelir. Ayrıca böyle bir durumda mutfak, yatak odasına yakınsa, parmak kadar bir meyve bıçağı bile yeterince uygun hale gelebilir, iş görür.

“Ne bağırıyorsun, bavulumu nerde hazırlayacağımı sana mı soracam?” türlü bir çıkışsa, “sırtın kadar konuş, bölgedeki kaburgalarını kırdırtma, kaburgamın kenarı sen de” demeye dili varmayan kentli bir adamın, içinde ilkel bir mağara adamı beslediğine delalettir... Zaten sırttan eksik edilmemesi buyrulan o sopa var ya, malum mağara adamının elindekidir. Neyse, işte burada kafa göz dalmak gerekir ki içiniz rahat olsun, ben gerekeni yaptım.

Uzatmayayım, anladınız zaten meseleyi: Kadına dönük şiddeti, “şiddetle” kınıyorum.
-------
Görsel şurdan.

Şubat 02, 2011

Deli, dedi: ... -2-

Ölmek, senin başına gelene dek, sana acı vermeye devam edecek.

Öyle dedi.

Ocak 29, 2011

Alıcı his ve sarmısaklı yoğurt

-Günaydın.
-Aa, günaydın, naber, nasılsın?
- Nasıl mıyım? Oldukça zor bir soru bu, inanın hiç bilmiyorum... Bir yerde, yine, bir yanlış oldu. Teknik olamayacak kadar tepici bir hata sinyali alıyorum ve içimden sürekli "sorun sende değil bende" demek geliyor. İşin kötüsü bir önceki cümledeki 'sen' kim, onu da bilmiyorum.
- Anlıyorum... Kendini bu kadar ciddiye alman tuhaf degil mi?
- Tuhaf mı... Hiç sanmıyorum, kesinlikle değil. Hatta bişi diyim mi, konu bu bile değil. Hem alıyorsam da bu kendimle benim problemim. Görüldüğü üzere; problem bende değil, düpedüz kendimde.
-Hayır demek istiyorum ki belki de temel sıkıntı başkalarını pek de ciddiye almamandır?
-Almamanlar mı? Onları fazla bilmiyorum fakat Almanları sevmem ve bunun ırkçılıkla hiç ilgisi yok. Sanırım bunun da konuyla ilgisi yok. Zaten sorun Almanlarda değil, algılamamda.
- Söylediklerimi sadece söylediğim şekilde ele alsan birbirimizi anlayabileceğimizi düşünüyorum.
-Ne demeye çalıştığınızı tam olarak anladığımı sanmıyorum ama 'almak' eylemi ile ilgili esaslı bir sıkıntınız olduğu kesin. Ciddiye almam tuhaf, almamam sıkıntı, başka türlü ele alsam mümkünatlı... Bütün söyleyebileceğiniz bu mu? Ayrıca ben size "siz" derken sizin bana "sen" diye hitap etmeniz de yenilir yutulur şey değil. Alışverişlerinizde hep böyle hafife alma eğilimindeyseniz aldırmanız gereken hacimli habis bir egosal urunuz olduğunu söylemek zorundayım. Erkek olsanız pipiniz küçük derdim ama değil... Yani kadın görünüyorsunuz. Neden öyle baktınız şimdi, lütfen alınmayın, bakın, dilim edepsiz fakat inanın içim temiz. Yani sorun içimde değil dilimde.
- Yo yo hayır, içinizden geldiği gibi konuşabilirsiniz. Bu sizin kendinizi ifade etme biçiminiz ve bunu yargılamak saçmalık olur. Bunu yapmayacağım.
-Aferin! Yani, şey demek istiyorum: çok naziksiniz. Size daha önce ne kadar nazik olduğunuzu söylemiş miydim? Bence söylememiştim; çünkü yukarı baktım, kayıtlarda yok. Fakat sizi temin ederim ki eğer bir sorun varsa nezaketinizin süreksizliğinden değil benim akıl edemememdedir.
- Akıl dediğiniz elektriksel bir devre, diyelim. Öyle düşünün ve onun her yaptığını üstünüze alınmayın.
- Hı hı, evet... Bendeki elektriksel bok kısadevre yaptıysa size hiç değinmeyelim. Kellenizin iki yanında kulak namına iki alıcı taşıyorsunuz. Algıda yanılıp illa her naneyi 'almak'la ilişkilendiriyorsunuz. Aslında bi verseniz, valla rahat edeceksiniz ama burdaki eror o değil. Yani parazit alıcılarınızdan kaynaklanmıyor demek istiyorum, yayın sıkıntılı.
- Küstahlığınızı alınganlığınıza veriyorum. Bu bahsi kapatalım, rica ediyorum.
- O sizin alınganlığınız... Ama bakın alınganlığım vesilesiyle vermeyi de öğrendiniz. Kısa günün karı, yine iyisiniz.
-Size iyi günler hamfendi.
-Bravo, bu usul mü öğretiliyor size asabiyet fakültesinde? Eziklediniz, gittiniz. Yalnız tabi siz beni hor görmeye muktedir değilsiniz, o zat-ı alimin ezikliği.
- Asabiyet fakültesi ne be? Ben mühendisim ve izin veririseniz işe gitmeye çalışıyorum.
-Ben de bijutericiyim ama hiç gerinmiyorum sizin gibi... Haa? Mühendis mi dediniz? İyi ama insan başta bi meslek belirtir, adettendir... Yalnız bi saniye, yoksa size daha önce 'meslek ne' dememiş miydim? Hmm, yok dememişim... İyi o halde, konu hazır buraya bağlanmışken, siz onu benim düşüncesizliğime verin... E peki o zaman... Size iyi günler madem. Ailecek oturmaya da bekleriz.

Ocak 26, 2011

Biraz

Sinemaya gittik biraz. Biraz, lafın gelişi tabii. Çünkü sinemaya biraz gidilmez. Biraz mandalina alınabilmesi fakat biraz cinayet işlenememesi gibi.

Film izledik biraz. Bu biraz teknik olarak mümkün ve doğru. Bir aşk filmiydi ve çok güldük. Aslında aşk filmlerinde çok gülünmemelidir. Az da gülünmemelidir. Mümkünse ağlamak, olmuyorsa, ağlamak amacıyla mahalde bulunanların dikkatlerini dağıtmamak için en azından susmak gerekir. Çünkü aşk böyle birşeydir ve eğer ağlatmıyorsa başka birşeydir. Herneyse, buna rağmen güldük. Öpüşemediğimiz ve konuşamadığımız için iki ağzın aynı anda yapabileceği tek şey buydu. Bu yüzden güldük.

Filmin biraz kötü olması mümkündü ama film aşkınca kötüydü. Yarısında çıktık. Çıkışta, iki ağzın aynı anda aynı şeyi yapmasında bir kötülük bulunmadığını, bize dışarıya kadar refakat etmiş suratsız sinema müdürüne anlatmaya çalıştık. Müdür birazcık bile anlamadı, tek bir ağızdan konuştuğumuz için olabileceğini düşündüm.

Sonra biraz birşeyler yedik. Bir bütün hamburgerin biraz sayılamayacağına karar verip yarısını bıraktım. O yaklaşık 7 bütün tavuk yedi. Buna biraz denilemezdi. Biraz sinirlendim. Ama yetti.
Yaklaşık olarak her konuda birsürü şey eksile eksile yok kadar kalmışken, herbirşey tastamam gibi davranan zatlara, kabul etmem gerekir ki, biraz tahammülsüzleşmiştim.


Bu nedenle kendimi tutamayarak biraz cinayet işledim; bir kısmını öldürdüm yaşayan kısmını oracıkta terkettim.

Yaşanmaz, yapılır.

Geçmişten konuştuk biraz. Evet, tamam 'biraz'dan hayli fazla, 'bütünüyle'den bi'tık az. Geçmişten konuştuk; o kadar ki, demek o kadar da geçmemiş.

Bugünden de konuştuk ama az. Evet sadece biraz.

İnsanlar ortak şeylerden konuşmak sever. Yaşanırken büsbütün ayrı olanlar, geçmişte kaldıklarında topyekün ortaklaşır. Öyle sanıyorum ki anı denilen hadise de bu ortaklık hevesinden kaynaklanır . İşin özü özeti de şu: Anı denilen şey sonradan yapılır.

Anı yaptık. Geçmişin ipliklerini ayıkladık, bize layık bir dizi anı yaptık. Bütünüyle mutlandırıcı şeyler olmadığını itiraf etmeliyim. Karın ağrıtıcı, akıl kaydırıcı, iç gıcıklayıcı, göz yaşartıcı olanları da vardı ve fakat mesele şu ki herbiri bize layıktı. "Bize bunlar layıktı"  da denilebilir, sıkıntı yok. Hatta "siz bunlara layıksınız" bile denilebilir, alınmam. Dürüst omak gerekirse bu kısım yalan, katiyetle alınırım. Alınmakla da kalmam, olay çıkarırım. Ama bilirsiniz, her zaman dürüst olmak gerekmez.

Gerekse bile bunlardan size ne, de mi?
"De" dediginizi duyar gibiyim. Espiri anlayışınıza tüküreyim.
Tüm danalara iyi geceler dilerim.

Ocak 21, 2011

Hissidir_devre_00

“Sana bir şey itiraf etmek istiyorum.
İtiraf mı?
Evet.
İlginç.
Neden?
Hakkında, aksini söyleyebileceğin kadar birşey bilmediğimden. Yani aslında hiçbirşey.
Adamın iri gözlerinde şaşkınlık ve mizah göründü.
Patron sensin. Sen öyle diyorsan… İtirafı boşverelim o zaman...
Sessizlik sonra...
Epey sonra hala sessizlik.
"Ne düşünüyorsun?”la bozulan sessizlik.
“Hiç…”
“Başka bir yerde gibisin. İtirafımdan da caydırdın… Sustun sonra…”
“Konuşmamamı istemezsin bile. Çenem düşüktür benim.”
Sessizlik… Yine ve büyük ölçüde mecburi.
Çünkü mecburiyet, bilememekten kaynaklanır çoğu zaman.
Bilmiyor kadın.
Konuşmuyor.
Konuşamıyor adam.
Bakıyor.
Gözlerinde aynı sabitlik, aynı çekingenlik…
Aynı çocukluk…
Aynı istek... O kadar istekli ki, o kadar istendiğinde hiç kimse yarını düşünemez.

Oysa “yaşlıyım diye mi ilgilenmiyorsun benimle” diye sormuştu bir önceki karşılaşmalarında.
“Yaşlılık mı…” diye düşünmüştü kadın. “Senin gözlerindeki samimi toyluk hiç rastlanmadık türdendi”…

***

Sanırım gitmen gerek.
Saatine baktı:
Sanrım gitmem gerek.
Gülümsedi kadın. Olumlarcasına ve bu olumlamaya “hayat” diye serzenişte bulunurcasına boyun eğdi.
Yanlış bir kavram kullandığım için beni sana söylemek istediğim şeyden alıkoydun. Keşke ‘itiraf’ demeseydim. Belki bir şansım olurdu…
Boş ver sen benim dil kurumu işgüzarlığımı.
“Peki… Öyleyse…”
Kadın aralıktan ışık sezdi. Işığı istedi. Aralığı istediği gibi… Beklercesine sustu. Beklediği hissedilirdi.
Seni gecede bırakamadım. Gün ışındaki görünümünü de merak ediyorum yüzünün…

***
"Sivilcelerim görünüyor güneşte. Daha kötü görünüyorum yani" diyiverdi kadın.
O bildik kadıncık işte. Her ne yapacağını bilemediğinde kurtarıcı bellediği kaba mizaha el attı anında.
Adam düşündü: “Nasıl başa çıkılır bu kadınla? Bu kadar kadın değilmiş gibi davranırken…”

Ocak 14, 2011

Hissidir._01

"...
Bilmiyor kadın.
Konuşmuyor.
Konuşamıyor adam.
Bakıyor.
Gözlerinde aynı sabitlik, aynı çekingenlik…
Aynı çocukluk…
Aynı istek... O kadar istekli ki, o kadar istendiğinde hiç kimse yarını düşünemez.

Oysa "yaşlıyım diye mi ilgilenmiyorsun benimle" diye sormuştu bir önceki karşılaşmalarında.
"Yaşlılık mı…" diye düşünmüştü kadın. "Senin gözlerindeki samimi toyluk hiç rastlanmadık türdendi
…"

Ocak 09, 2011

Hissidir._00

"
...

Bir şey vardı. O an anlamıştı bunu. Yarını olmayacaktı duruma bakılırsa; bunu biliyordu ama böyle hissetmiyordu. Olmamalıydı; çünkü bu öylesine bir eğlenme akşamıydı işte ve hayatının gerçeği bu değildi. Bu da belirleyemezdi hayatını elbette.

Ama bu adamın bakışları, gözlerini ondan hiç ayırmadan, bu bakışlarda bir şey vardı ve biradan daha fazlasıydı…

Göğsünde uyuyakalmıştı gece. Sabaha doğru uyanmış ve onu kanepede bırakarak başka bir yere kıvrılmıştı.

Sabah kalktığında başı çatlayacak gibi ağrıyordu. Evden ayrılırken, bir ölü kadar sessizdi ya da öyle olduğunu sanıyordu, ona doğru baktı ve yine o bakışlarla karşılaştı. İçkinin etkisi geçmiş olmalıydı ama bakışlar… Bunlar aynıydı.
Konuştular. Beş ya da on dakika kadar kısa bir zamandı ama ne çok konuştular… Ne çok şey anlattı adam. Samimiyetle ve arada “bak bu aramızda kalsın” notu düştüğü şeylerden bile bahsetti. Kimdi kadın? Adam kimdi? Bir önemi var mıydı? Bu yakınlık nereden çıkmıştı? Zamanlar o kadar ayrıydı ki…

Sonra çıktı evden.
Bir yıl önceki gibi gülemedi, gülmek gelmedi içinden. Birkaç gün yok gibi davrandı içinde adamın düşüncesi. Sonunda görmezden gelemedi işte.

...

Sonra o adam…
O adamda bir şey vardı.
Gözü karalığına yanıt vermese de kızamayacağın bir taraf…
Bir beklentisizlik yaratıyordu duruşu, bakışları; o sabit bakışları… Ama belki de yarını düşünmeyecek kadar tatmin ediyordu bu haliyle ve yarın fikri tümüyle önemini yitiriyordu.

...

Kapısı çalınsa yeniden… Hiç beklemediği bir vakit… O sabit bakışlarla karşılaşsa bir kez daha… O serin limon kokusu girse burun deliklerine… Dokunmaya korkarak dokunsa o hünerli eller…
Bir vakit…
Bir gece…
“the sign of humanity’s burning tonight…”
Bütün bildikleri yansa hızla…
O kadar hızla yansa ki ağrı hissetmese…

... "