Temmuz 30, 2010

Zaman beni sırtından atmıştı.


Çok uzun zaman önceydi. Çok uzun zamandır karanlıktı. Çok az şey alabildiğine aynıydı; zira ortamda çok az şey vardı. Ve bir süre sonra ıslaklık, karanlık ve benden müteşekkil olan herşey, çok sıkıcı bir hal almıştı. Her şeyin hepsi bir pazar filesine sığardı.

Çok uzun zaman önceydi. O zamanlar develer berberdi. Sanırım pireler de muhabbet tellalıydı. Türlüsüyle iş varken, ah benim aptal kafam, benim burada ne işim vardı?

Çok uzun zaman önceydi. Zaman o vakitler çok kaygandı. Ben zamanın üstündeydim. Zamanın bir kısmı gidilecek yere ulaşmıştı, ben hala zamanın ulaşamayan kısmının sırtındaydım. O kısım da ara ara beni sırtından atıyordu. Zaman kayarak kaçıp canını kurtarıyordu, benim kendi başımın çaresine bakmam gerekiyordu.

Bir kara delikteydim ve hiç durmadan düşüyordum. Bir yıla yakındır düşüşüm sürüyordu fakat gel gör ki ne bir yere varıyor ne de yolculuktan keyif alıyordum. Kitap mitap da yoktu, düşmeli yolculuğum çok sıkıcı geçiyordu. Bir süre kitap almayı akıl edemeyen beynimi mıncıkladım, beynim açıktaydı, bu beni biraz oyalasa da o karanlıkta okumanın zaten mümkün olamayacağını fark edince yapacak hiçbir şey de kalmadı.

Bu böyle ne kadar sürdü bilemiyordum. Çok uzun zaman önce bana bin yıl gibi gelen bir süre boyunca düştüm.

Sonra delikten metal bir cisim göründü. Kafamdan doğru beni kendine çekmeye başladı. Artık zamandan hızlı kayıyordum; yok hayır kaymıyor adeta uçuyordum. Mutluluktan değil hayır, tazyikten uçuyordum.

Sonra ilk defa kendi sesimi duydum. “Unuttunuz mu lan beni burada, bin yıl oldu, bayıldım sıkıntıdan ” dedim ama öyle çıkmadı sesim. Allahım bu benim sesim olamazdı, olmamalıydı, lütfen olmasındı… Miyavlıyordum.
Elimi beynime attım, ses ayarımı yapmaya çalıştım fakat o da neydi? Beynimin üstüne bıngıldaklı bir tas komuşlardı.
Allahım, tüm ayarlarımla oynanmış, bütün kalelerime girilmiş, beynim bir tasla zaptedilmişti. Artık zavallı bir esirdim ve esaretin bedelini ödemeye hazır olup olmadığımdan emin değildim?

Sonrası malum, elbette bayılmışım.

Sonra ayıldım.

Sonra anladım:
Bu benim son düşüşümdü. Zaman beni sırtından dünyaya atmıştı. Zaman en büyük satıcıydı.

Temmuz 24, 2010

Teyze, asi ergen ve bebe köprüaltında...

"Kızım bi bakar mısın" dedi.
Baktım.
Ortayaşını oldukça almış kendisi, başını tamamen içine almayı başaramamış eşarbı... Eşarbın kaygan kumaşına yakın alacalılıkta ve parlaklıkta, imüğe kadar sıkı sıkıya iliklenmiş bol gömleği; ayağında basma eteği... Kucağında 2-3 yaşlarında zeytin gözleri ferfecir okuyan muzır bir bebe, yanında aslen güzel fakat ziyadesiyle ergen, tam da bu nedenden üstüme kusmak isteyen asi bir genç kız.
Kız, torunu olamayacak kadar ergenlikte, oğlan çocuğu olamayacak ölçüde bebelik evresinde. Tuhaf epeyce... Fakat bu benim görmekte olduğum sadece...Belki de bu gördüklerim dışında yedi çocuğu daha var. Her opsiyonda gebe kaldığından, her yılın iki baharından birinde benzer burçlarda çocuk doğurmaktan bunca epridi, belli. Doğurma hususunda ses etmedi, sıkıntı yaratmadı da yaşatma konusunda düşünmekten saçları bir gecede ağardı belki... Baksana, varoşta yaşıyorlar besbelli. Kızın üzerine yakışmayan edasından,  ergenliğin açıklayamayacağı kadar keskin kızgın bakışlarından, mininin saçının kısalığından, dizlerindeki yaradan, bedeninin minnacıklığından belli.
 "Bu tramvay nereye gidiyor?" dedi.
Belli ki bir zorunluluktan çıkıp gelmişer. Hastaneye mi gelmişler? Olabilir. Emekli aylığı çekmeye mi? Bit pazarından önlük almaya mı? Bilemiyorum. Evlerine dönmeliler. Tramvay onları evlerine götürür mü, hiç emin değiller.
Ben de emin değilim. Bu meretin iki ucu var. Birinde "Zeytinburnu" bir ötekinde "Kabataş" yazar. İşin en kılçıklı tarafı bazısı Zeytinburnu'na kadar da gitmez, Cevizlibağ'da paydos eder. Yanlış bir laf etsem garibim teyze kucağında bebe, kulağında ergen zırıltısı yanlış yöne gider. Ya da doğru yöne gider fakat tam olarak gidemez, Cevizlibağ'da iner.
Kafam karışıyor düşününce yine. Kafam karıştı o zaman da...
"Teyzem şimdi bu dediğin alet iki hat arası gidiyo geliyo. Yani biri bir yana giderken öbürsü o yandan geliyo. Şimdi o yan derken aslında bu bir diğeri için bu yan oluyor. Neyse, orası kolay da, bazısı o dediğim yönden geliyo gibi görünse de aslında tam olarak o taraftan da gelmiyo. Yön olarak ordan geliyor ama durak olarak daha önce duraklıyor. Yani aynı yöne gidenlerin son durakları birbirini tutmayabiliyor. O konuyu ben de tam bilmiyorum. Onu duraktaki adama sorarsınız, heralde bir tarifesi falan vardır. Ha bir de ayrıca...." diye dep dep debelenirken, "yanlış teli kesersem insanlık o kadar toptan yok olacak ki kıçımıza pamuk tıkayanımız, arkamızdan iyi bilirdik diyenimiz olmayacak" şekilli sorumluluğun altında ezilirken bir de baktım ki çabamın beyhudeliği cismaniyet kazanarak teyzenin gözlerinde belirmiş. Bunu görmezden gelebilirdim; hatta ergen kızın göz devirip öfleme-pöfleme diye tabir olunabilecek homurtularına da aldırmayabilirdim belki ama mini bebe kıçını kıvıra kıvıra aşşa inmek isteyerek annesini tepim tepim tepmeye başlayınca nokta atışı yapmam gerektiğine kani oldum.
Dedim "Teyzem siz nereye gideceniz?"
Teyze "yooo" dedi.
Evet teyze cümleye böyle girdi: "Yooo"
"Ben öyle merak ettim, bu tramvay böyle döne dolana nereye gider ki diye?"
Kadın merak etmiş, tramvay, bana kızım diye seslenmiş, neresi acaba, kucağında bebe, hava bir milyon derece, teyzede uzun kollu gömlek, nereye gider?
Merak işte... Döne dolana, hem de tramvay, nereye gider?
Öylemsi şeyler dedi.
Tamıtamına aktarmamın mümkünatı yok. O sıra senaryom kısadevre yaptı.
Teyze böyle buna benzer şeyler dedi.
Sonra hiç döndürüp dolanmadan gitti.
Şeye doğru gitti; yani baya bildiğin karşıdan karşıya... Yaya geçidini kullanarak karşıdan karşıya geçti.
Bebe gene tepiniyordu ve kız yine ergenliğinin en dip memnuniyetsizlik tıslamasındaydı.
Teyzenin haddinden fazla renkli eşarbı kaygan kumaştan ve eteği basmadandı.
Benimki kaygan dokulu ve drama kurulu kurgucu bir kafaydı.
Ekran karardı.
Açıldığında iki ana sahne vardı.
Benim tünelde bastığım akbil yeri göğü dınlatıyor; teyze, asi ergen ve bebe köprüaltında beni konuşup bira tokuşturuyordu.

İyi madem; afiyet olsundu.

Temmuz 20, 2010

Nande Corleone

Maykılla tartıştık. Beni hiç anlamıyor. Aslında çok zeki birisi, beni neden anlamıyor anlamıyorum.
Tüm gün çiftlikte canım sıkılıyor. Evvelden domates fideleriydi, organik mucizelerdi bi şekilde idare ediyordum. Fakat ne vakit Don Baba'yı domateslerin arasında boylu boyunca uzanmış gördüm, odur budur içim almıyor. Don Baba çok yiğit insandı. Domateslerin arasında ölecek insan değildi. Düşündükçe hala olayda bir suikast komplosu olabileceğinden şüpheleniyorum. Maykıl'a da söyledim, "mal mal konuşma, gaza gelecem sıçacam tüm ailelerin bacaana o olacak. Sonra ağlarsın ama arkamdan" diyor. Ya düşünüyorum da aslında Maykıl çok ince ruhlu bir insan.
Onun da haklı olduğu yanlar var. İşi çok stresli. Ayrıca çok yoruluyor. Bir gün Las Vegas'ta, bir gün Sicilya'da... Sinirleri hırpalanıyor. Asabına iyi gelir diye papatya çayı kaynatıyorum ama "ibne mi edecen beni" diyor bi yudum içmiyor. Fredo'nun kırık davranışları sanırım onda homofobik tortular bırakıyor. Aslında Fredo da öyle iyi bir insan ki... Çok güzel kahve falı bakıyor.
Maykıl benim blog yazmama tahamül edemiyor. Yok efendim aile içinde olan aile içinde kalırmış, ne düşündüğümü aile dışında kimseye dememeliymişim... Sanki ben bilmiyorum. Zaten burda özel münasebetlerden de hiç bahsetmiyorum. Ama gel gör ki onu buna inandıramıyorum. Sanki ben yaban mersiniyim. E ben de bu aileden biriyim, hiç kötülüğünü ister miyim? "Saf ve yumuşaksın, ne olduğunu anlamadan bizi kurda kuşa yem edersin" diyor. Ne alakası var? Ben ki geçen gün sütü çok ısıttı diye Koninin oğlunun bakıcısını topuğundan vurdum. Maykıl su tabancasıyla bu işler olmaz diyince de zavallı kadını tekneden attım. Koni salağı da can simidi attı.
Ah yüce tanrım! Ben safsam bu Koni kaç ayar acaba?
Koni ezik biraz. Çok hamileyken bir gün kocası Koniyi kemerle dövmüştü. Ne mi yaptı? Ağabeyini aradı. Santino da fevrilikle fırladı, koruma moruma almadan atladı arabaya. Zavallıyı temde, gişelerde kıstırdılar. Boydan boya taradılar sevgili Sani'yi, rest in peace. Hayır ondan sonra olay büyüyecek, olan benim kocama olacak, kimsenin umru değil. Biriniz de kendi işinizi kendiniz görün be!
Ulan Don Corleone'nin kızı olacan, herif sana iki canlıyken kemerle dalacak! Büyük konuşmayayım da ben Allah yarattı demem karnını kurşunla doldururum pezevengin. Sonra da evi arar "bir araba gönderip beni aldırın, üç düzine de naylon eldivenli adam yollayıp delilleri karartın" derim. Ama bunu Maykıla söylemiyorum, içlenir. Zaten Karlo'yu yüzdeyüz harcayacak, hissediyorum.

Bak gördün mü, yazdıkça sinirim geçti. Maykıl çok sert bir insan ama içinde kedi gibi bir mahlukat var. Şu an bir tek o mahlukata sinir oluyorum. Koskoca, sert mi sert zeki mi zeki bir Don'un içinde yuvalanmaya utanmıyor musun? Vakur, mağrur, gözü kara, attığını vuran, tuttuğunun boynunu kıran ve herşeyden önce evli bir erkek o! Seni Barzini mi koydu oraya, ha, cevap ver truva kılıklı!

Hah, Corleonelerin köpeği olacaksınız topunuz; içten pazarlıklı, sinsi ipneler!
Herşeyi biliyorum.
Başlıyorum:
Evvela, o kediye reddedemeyeceği bir teklif yapmayı planlıyorum.

Temmuz 16, 2010

Aklını Buzla Ovdum.

Bugün gelmiş. Hemen aradı. Ayağının buzuyla soluğu kapıda aldı.

Boyu uzamış gibi geldi bana. İnsan 30'unda boy atar mı? Gerçi erkekler için ergenlik açılıp kapanamayan bir parantez olduğundan... Parantez içinde hormon üretimi ha babam sürüyorsa kemik gelişimi de sürebilir pek tabii? Belki sürmeyedebilir. Çünkü erkek bünyesinin ergenlikte demirlemesinin nedeni belki de sadece ve sadece hormon üretmesidir. Bütün protein hormona giderse kemik nasıl gelişsin?
"Çok mu protein yedin, boy atmışın" dedim.
Saçmalama der gibi baktı, ama bu kadar nazik konuşmadı. Aslında hiç konuşmadı. Gözbebeklerini gözkapaklarının altına, beni de beri yana itip pöfleyerek  içeri geçti. Yalnız bir dakika, gözbebeklerini göremediğime göre "saçmalama"yı gözleriyle de demedi. Nasıl dedi o zaman yaw? Hayır, çok net hatırlıyorum, olayın giriş kısmında beni hedef alan sinirli bir ikaz yer alıyordu. Şimdi arıyorum arıyorum bulamıyorum.
Neyse...
Sakallarında hala buz sarkıtları vardı. Suratından düşen bin parça oluyor sonra eriyip döşemeyi ıslatıyordu. O zamanlar kamuoyunda, parkelerin ıslanınca kabaracağı yönünde kuvvetli bir inanış vardı. Benimse o durumda buna hiç inanasım yoktu. Bence benim parkelerim kabarmazdı. Zaten adam kaç yıllık en dibdibeli arkadaşımdı, onun sakalının sarkıtından ne olacaktı.
Dahası, yerler zaten yer yer söküklü marley kaplıydı.
Ben neyin var demeden, o konuşmaya başladı. Yahu bunun sesi de bir tuhaflaşmıştı. Donuktu. O kadar soğukta ses de mi donuyordu? Sesi ondan çıkmakla titreşimsellikten de çıkıyor, ortamdaki biz ve herşey dışında bağımsız bir kaya kütlesine dönüyordu. Sert bir laf etse, sesi gelip dişimi kıracak gibi geliyordu. Anlamıştım ve çaremiz yoktu; beni istemeden kıracaktı.
"Bu nasıl iş anlamadım, koskoca Kuzey Kutbunda altyapı sıfır. Kanalizasyon sistemi denilen bir şey yok. Buzları delip delip içine işiyorsun. Sonra o deliklerden balık tutup pişirmeden yiyorsun. İki boruluk iş ama kimse elini taşın altına koymuyor" dedi.
Kızgın konuşunca sesi eridi.
"Geçecek" dedim sonra...
Sonra sakallarındaki sarkıtlardan iki dal kopartıp aklını buzla ovdum.

Temmuz 13, 2010

Kaydırma Yaptım.

Cevap anahtarları konusunda çilingirden özel ders aldım. Anahtar sahibi olunca, cevapların nazlanmadan geleceğini varsaydım. Bütün mesele delik ile çubuk arasındaki tırtıkllı uyum sandım. Ya da öyle sandırıldım , o kısmı net değil... Net olan birşey var ki kandırıldım.

Yalan yok, Hacevap zamanında dediydi de ben hiç kulak asmadıydım. "Cevap diye bi olay yok; anahtar dediğinse sadece bazen, sadece bazı kapıyı açar, boşuna para akıtma çilingire, yoldurma kendini" demişti. Ya da benzer şeylerdi...
Tam kulak verememiştim, o esnada atölyede anahtarın çapaklarını temizliyordum. Torna tezgahı çok ses çıkarıyordu, ben çok terliyordum. Terlerken duyamıyordum; gürültülü ortamda çok sigara içiyordum. Sigara içmeyi seviyor, içtikçe ürüyen duman nedeniyle sinirleniyordum. Günümüzde insan türünün her uzvunu belleyen ve çeşit çeşit iç organını piç eden sinirsel sistem benim gözümü ellemiyordu ve  ne yazık ki hala görüyordum. Duyamasam da dudaklarının kımıl kımıl hareketinden konuşmaya devam ettiğini anlıyordum. Anlamakta oluşuma küfrederken bütün sigortalarım atıyordu. Ruhum cereyana kapılınca vicdanımı az daha tezgaha kaptırıyordum. Asabiyetim cinnete dönüyordu ve Hacevap'ın turuncu dişlerini kırmak arzusuyla doluyordum. Hayır ben de sigara içiyordum ama en az ayda bir öndişlerimi fırçalıyordum. Kimseye de bilmişlik taslamıyordum. Ağız sağlığı konusunda tuvalet kağıdı bile kullanmayan bir aklın, akıl sağlığım konusunda ahkam kesmesine katlanamıyordum.
Titremek esnasında konuşulanları anlamıyordum.
Konuşmakta olan hakkında, tüm kalbimle, ivedi bir zıbarma diliyordum.

Tezgah başında, çilingirin verdiği teksir kağıdında çizili modele baka baka herşeyi çözecek bir anahtar yontabilmeyi istiyordum. İsteyince yapacağımdan yapınca alemin sırrına vakıf olacağımdan zerre kuşku duymuyordum. Az gittim uz gittim, acıktım arpaları yedim, uyku bastırdı saati sabah 5'e kurup yattım, tan vakti kalkıp alarmı camdan attım, çilingirin telefonlarına bazen çıkmadım, ödevlerimin bazısını Beyazıt'taki fotokopiciye yaptırdım, ödevler bi boka benzemeyince fotokopiciye verdiğim kaporayı  helal etmedim, anahtar sitetaği ve ayrokinetiği konulu tam 1 sempozyumun afişinde sadece anahtarla poz verdim, teşhircilikten içeri atıldım, içerde boncuk ve kibrit çöplerinden çok sayıda çelişik anahtar yaptım...Hevesim, hırsım ve gayretimle bu günlere kadar geldim.
***
Teknik olarak süperim şimdi. Anahtar benim olayım.
Fakat bütüne ilişkin derinlikli bir hata yapmışım.
Anahtarın milyon katı kapı varmış. Anahtar yaptıkça kapılar artarmış. Artan kapı, yapı gereği, kapalıymış. Hacevap haklıymış.

Sözel varmış sayısal varmış...
Özel varmış umumi varmış...
Usul varmış esas varmış...

Ara karneler verilince bir baktım; kaydırma yapmışım.
Özeli sözele, esası kıçıma yazmışım.

Temmuz 09, 2010

Ne yazık ki sadıktı...

Çok düşündüm üzerine.
Hiç ara vermeden, mütemadiyen düşündüm.

Üzerine düşündüğüm şey herneyse, aslında üstü yoktu. Üstsüzdü, sere serpeydi. Kafamdaki aşırı ısınmanın onda tek bir iz bırakmamasının nedeni bu olmalıydı. Üstü gibi adı; adı gibi altı da yoktu. Homojen bir çıplaklıkla her yanı tanımsızdı. Kendine dair belirgin bir iz bırakmaması, herhalde, bundandı.

Şekilsizdi işte, ara ara suretini görebildiğimi sanıyordum fakat an başı şekil değiştiriyordu. Bir bakmışım balık kraker, yine o bir bakmışımın saniyesinde leblebi tozu; gres yağı; kartonpiyer...

Renksizdi ama sorarsanız diyebileceğim şu ki; sadece maviye benziyordu.

Kokusuzdu ama koksaydı eğer,  klorlu olurdu.

Maddeden yola çıksam, bir yere varmamın mümkünü yoktu. Maddenin yapışkan haliydi, yapış yapıştı.

Erkekse yapışıklı kadınsa danışıklıydı.

Aylardan Mart'tı, hatta Mart'ın ikinci yarısı... Sarksa sarksa en fazla 1 Nisan'a uzardı.

Her kentte bir veya üstü sayıda terminal olmalıydı. Bu yüzden her kenti eşit ölçüde andırırdı.

Yemek olsa yenmezdi. Yemek olmazdı.

Sıcak olsa olmazdı, sıcakta çok yaşamazdı.

Başka yere yerleşse iyiydi ya oralara gidecek bacağı yoktu, taşınamazdı.

Göçseydi ılımana ona da iyi gelirdi fakat kanatsızdı.

Zaten sadıktı...
Üzerine bunca kafa yorduktan sonra, değil kanadı ışınlandırıcısı da olsa beni bırakamazdı.

Ne yazık ki sadıktı...

Temmuz 08, 2010

Deli, dedi: ... -1-

Deli deliyi görünce değneğini saklarmış.

Delinin delilikteki ciddiyeti, başka bir deli ile rastlaştığında değneğini saklamak konusundaki tutarlı tasarrufundan anlaşılırmış.

Delinin delilikteki samimiyeti, reel olana hangi sıklıkta ve ne kütlede nah çekebildiği ile tartılırmış.

Deli dediğin, uyurken uyluk kemiğinde kır düğünü etsen davulu duymazmış da sivrisineğin çiftleşme hırıltılarına tedbiren yatmadan evvel soluk borusuna onüç fıs şeltoks sıkarmış.

Deli dediğin tatlıdan haz etmediğinden bal görünce kusarmış da beyninin atıl kısmını arıcılık faaliyetine tahsis eder doğa gönüllüsü yaradılışı gereği beş kuruş da para almazmış.

Delilik, hayatın ağır zıtlıklarıyla bir arada yaşayabilmenin tek yoluymuş.

Delideki akıl, yaşamın kaşıkla verip kepçeyle alma dürzülüğüne "tezatın feriştahıyım" diyebilecek akışkanlıktaymış. Kafasındaki huni bundanmış.

Öyle dedi.