Aralık 23, 2010

Ölünce anlatamadıkların çürür

Sözcüklerle ilgili sorun yaşayacağımı, henüz yaşamaya başlamadan evvel sezdim. Sezgilerim kuvvetlidir fakat aptallığım daha kuvvetlidir. Sezerim ama ummam. Sonra da olur işte ve ben bininci kere, ilk defa tazeliğinde  kendime söverim.

Sözcüklerle ilgili bunalımı da sezdim. Benden kaynaklanmayacağını da sezdim. Anlatımın en küçük birimlerinin anlaşılmak konusunda daha da küçüleceğini önceden bildim. Bravo; sunturlu küfürler kazandım, onları da kendi kendime edecektim. Sözcükleri kendime geçirecektim. Geçiririm çünkü sezgileri iplemesem de kendi sözümü dinlerim.

Bazısı konuşamadıkça yazar, ben konuşamadıkça konuşurum. Başka şeylerden, benle ilgili olmayan şeylerden, mesela çikolatalı baklavanın acaba nasıl yapıldığından... Sonra kimi kız popolarından, benle bağını çoktan koparmış geçmiş zamanlardan... Kimin ne anladığı da önemsizdir ve bu yüzden rahattır çünkü kaygı sözcüğün katilidir. Kaygısız olunca sözcükler canlanır. Duygusuz konuşmaysa, bilirsiniz, sadece konuşmadır.

Karşıdaki katı bencillik bu yanda kaygı üretir. Kaygı her tekrarda, anlatmaya biraz daha üşendirir. Üşenince sözcükler ölür. Ölünce anlatamadıkların çürür, çünkü ölüler genelde gömülür.

Aralık 08, 2010

Topunu kestik, geri vermedik.

Bahçemize topu kaçmıştı.

Topunu kestik biz de; biz derken yanısıra ben ve aslen bir küçük anne.
Çünkü bahçeye kaçan topları zaman zaman kesmek gerekir, sıklıkla da ibret olsun diye.
Onların topunun, tonla topu ve cobu varken, onun bebeğinin hiç oyuncağı yoktu. Çünkü henüz bedeni bir elden daha küçüktü ve bilirsiniz, elden küçük bebeklerin oyuncak tutacak elleri yoktur. Ayakları da yoktur. Koşamaz ve kaçamazlar ve fakat kaçamamalarının ayaksızlıklarıyla zerre ilgisi yoktur.

Onların topu bahçenize kaçabilirken bebeklerin onların cobundan kaçamamaları aşkınca adaletsizdir. Bir anne içinse keskin ve yıkıcı bir cinnettir. Çünkü anneler elsiz ayaksız bebeklerini ezelden beridir aşkınca severler ve bu durumda cinnet çok adildir.

Sizin güzel yarınlarınızı ekecek iki karışlık bahçenize top kaçıranların topunu bu yüzden kesmek gerekir.
Sadece ibret için değil ama, kavga etmek için de... Çünkü kazanmak için kavga etmek elzemdir.

Neyse, dediğim gibi, bahçemize kaçan topu kestik biz de; biz derken ben ve bir küçük anne...

Belki eliniz değer de...
Yani belki siz de...
Bağı bahçeyi kafalarına geçirip "haydi yallah, arsız arlanmazlar" dersiniz. Arsızın topunu kesersiniz.

Kendi ayaklarınızla bu karabasandan güneşe kaçarsınız. Kendi ayaklarınızla kendinizi ve henüz eli ayağı olmamış bebekleri hayata taşırsınız.

Yüreğimizdeki tonlarca ağırlığa karşın bizde sadece 4 ayak var: bende iki, onda iki, giden bebeğinde hiç.

Yani bu yüzden işte, hani yani belki siz de?

Kasım 26, 2010

" BRE "

"...
En azından üç dil bileceksin
En azından üç dilde 
Canımın içi demesini
Kırmızı gülün alı var demesini
Nerden ince ise ordan kopsun demesini
Atın ölümü arpadan olsun demesini 
Keçiyi yardan uçuran bir tutam ottur demesini
İnsanın insanı sömürmesi
Rezilliğin dik alası demesini 
Ne demesi be
Gümbür gümbür gümbür demesini becereceksin 
En azından üç dil bileceksin 
En azından üç dilde Ana avrat dümdüz gideceksin 
En azından üç dil 
Çünkü sen ne tarih ne coğrafya 
Ne şu ne busun 
Oğlum Mernuş Sen otobüsü kaçırmış bir milletin çocuğusun."

Kasım 24, 2010

Tüm hislerin rengini eşitledim.

Yaptım işte.
"Nasıl olur" diye sorma çünkü bilmiyorum. Herzaman olmuyor zaten. Bir kere olması da hepimize yetiyor. Verimli bir eylemin oluşmuşluğu geniş zaman kipiyle sorulamıyor.
Yaptım ve oldu ve olmakla sona ermedi. Oldu ve oluşuyla dünya değişti. Devamlılıklı bir eylemin biten bir geçmişi bulunmuyor.
Oldu ve bitti. Çünkü yaptım. Bazen nasıl olacağına dair tek bir fikir yürütemediklerini bal gibi yürütebiliyor insan. Delilikli eylemler akıl değil bacak gücüne ihtiyaç duyuyor.
Yaptım işte, bir açacak buldum ve açtım. Kapağı açtım ve içtim. Çok litre çamaşır suyunu bir dikişte gövdeye indirdim. Gırtlağımla kalbim arası tek yönlü arktan litre litre aklayıcı sıvı gönderdim.Tüm hislerin rengini eşitledim.
Yaptım.

Ekim 29, 2010

Hayati film şeridi.

Suyun dibinde debelenirken hayatım bir film şeridi gibi gözlerimin önünden geçmedi. Oysa gözlerim açık ve anılan şerit görüş mesafesi dahilindeydi. Şaşkınlıktan körlemiş olmalıyım, çünkü boğularak ölmenin bu kadar uzun süreceğini rüyamda görsem inanmazdım. Sırf ölümlerden beğendiğim ölüm 3 perdelik olduğu  için hayatım izlenmeye değmeyecek ölçüde kısa kalıyordu. Boğulmanın girişi gelişmesi ve kaçınılmaz bir sonucu varken henüz girişte bitmiş ve tadı ancak damakta yer etmiş hayatımın son anımda kendini imrendirmesi en başta bana haksızlıktı. Kısacası ölümümdeki derinliğin yaşamımdan dipsiz oluşu gözlerimi o ana mahsus meşhur şeritten alıkoydu.

Tek düşündüğüm o köprünün nasıl olup da yıkıldığıydı. Saatte 0,003 milimetre hızla düşmekte olduğum her dakika bunu düşündüm. 2,5 sene 2 ay düştüm. Takriben 4 yıl kadar boğulmaya çalıştım. 6,5 sene çarpı her salise hadisedeki hatayı saptamaya uğraştım. Ölmek üzere suyun dibinde geçirdiğim her an, hayatım ne bir film ne bir şerit olabilip de gözüme girememişken, ben,  köprünün yıkılmadığından emin, suyun ta buraya kadar yükselmiş olmasına en az tam o kadar alındım.

Yanisi şu; teknik olarak katiyetle ölüyordum ama bunu tam olarak beceremiyordum. Beni önce havaya asan sonra dibi boylatan çatırdamanın o güçlü betonarmeden geldiğine aklımı erdiremiyordum. Neden sonra aklıma geldi: Aklım beynim bölgesindeydi ve her kim ki boğulursa o mevkiiye oksijen gitmezdi. Neden bunu daha önce düşünemedim? Neden sonra aklıma geldi? Neden bu kadar sonra ve şu dakika?
Bi dakika... Evet, ıslaktım. Islak olmak bir nedir farkındaydım. Demek ki artık sudan çıkmıştım. Çünkü insan eti su içinde ıslaklık bilemezdi, suda ıslak olunmazdı. 
Gönüllü bir kısım insan can kurtarmıştı. Canım çok ıslak olduğundan hava ayazdı. O halde kesinlikle karadaydım ve bundan böyle titreyerek ölmek dışında bir yol kalmamıştı. Fakat it gibi titreyerek ölmek basiret isteyen işti. O da uzun sürerdi. Bir film şeridine sıkıştırıldığında hayatım, uzayda bile, it gibi titreyerek ölmekten daha kısa sürerdi.
Zaten gönüllü bir başka kısım insan buna müsade etmedi. E, benim de içim razı gelmedi. Ölemedim yani.
Islak kalsam ölürdüm ama öyle kalmadım.
Öyle kalmadım fakat asla kurumadım.
Kuru kostümler giyindim; kupkuru giyindirildim.


Beynime kurşun sıksalardı hiçbirini düşünemezdim. Ölürdüm kısaca ve hayatım bir film şeridi gibi gözlerimin önünden geç... 

Ekim 27, 2010

Soru muymuşum yoksa?

Neler neler sordum, ben de şimdi tümünü hatırlamıyorum. Aslında cevapların da tümü aklımda değil. Fakat cevaplara ilişkin olan "tüm"ün sorulara ilişkin olan "tüm"den az olduğunu biliyorum. Karıştırdım mı yine dersin? Çok mu içtim?  Oysa şarap yudumu bölü dakika ile ilgili cevabını bir dakika olsun belleğimden silmedim. Bunu için çok da çaba sarf etmedim; sanırım ezelden beri alkollü içeceklere meyilliyim. Ayrıca bir dakika, şu dakika itibariyle bir yudum bile içmiş değilim.

Ne tuhaf şey insanın sorduğu soruları hatırlamazken cevapları hatrına çakması değil mi? Bence değil. Cevabı önemsemeyen insan suale neden meyletsin? 
Aslında asıl tuhaf olan insanın aldığı cevapları hatırlamazken sorduğu soruları hatrına kazıması değil mi? Yok, değil. Aldığın cevaplar, sorularından "sık"tan bi tık fazla tekrarla içeriksizse, cevaplara kim, neden meyil etsin?

Al benim soruları vur senin cevaplara... İkisi de beş para etmez belki. Peki neden cevapların ben tarafından daha fazla hatırlanmaya meyilli?

Ayrıca bu "meyil" de ne ki, daha kaçıncı satırda yedibininci geçişi?
Bi desen sahi, meyil ne demekti? "Meyil"deki mey bizim şu ikibuçuk kuruşluk şaraptan mı türemişti? Çok mu içmişimdi? Çok mu hızlı içmişimdi? Ben şimdi çişimi nerelere edecektimdi? Şu soruyu kuvvetle sorasım vardı: kusacak mıydım, kusacaksam adres nereydi? Of bizim hela hala bozuk muydu? Du bakayim, yoksa tuvaletin meyli mi sorunluydu?  Sıkıntı bu muydu? Büyük sıkıntım şu: tuvalet bozulur mu? Bizimki niye bozulduydu? Bizim tuvalet kablolu muydu? Kablosuz birşey bozuluyorsa bunu onun alınganlığına versem isabet buyurmuş olurmuydumdu? Yahu bir hela hiç alıngan olur mu? Bizim tuvalet mi çok duyguluydu? Duygu durumu insandan klozete bulaşabiliyor muydu? Bulaşıcıysa şayet, mikrobu geberten ucuz yollu bir ilaç mevcut muydu? Gidip bi koşu alır mıydın, dediğim ilaç mevcutsa şayet ?  Hazır ayağa kalkmışken camiye de uğrayıp şu çişimi yapabilir miydin, sana zahmet? Cami tuvaletini kullanmak senin fikrindi, şimdi neden bu hiddet?
Gitar mı çalsam, madem öyle? Sevdiğin şarkıları çalarım hem söylerim de... Allah, soba dibi sıcak, oraya mı taşınsak, ama bak,  eğer uyumayacaksan, yani eğer bu sefer, yani eğer sözün sözse... Doğalgaz mı kaçırıyor bu koku ne? Kahve içsem ayılır mıyım? Kahve yapsam bayılır mısın? Kahve içsek fal bakar mısın?
Falda bana rüya yazar mısın?
Uyusam kızar mısın?

Ekim 16, 2010

Ve aslında bu kadar belki de...

Elimden tut ama dokunarak. Sende vardı o sıcaklık, sıcak mısın yine, yani halen, yani günlere rağmen?

Elimden tut; gerçek olması yeter. Gerçeğin kendisi, bana değen elindeki kan dolaşımını hissetmek... Bu yüzden ne kadar sürdüğünün önemi yok, yani öyle kalmak için sana da zul gelen abartılı zorlamalara lüzum yok. Elimden tut ve sonra bırak; o sahici dokunmadan sonra, el çekmenin zerrece kırıcılığı yok.

Hatta elimden tut ve sonra illa ki bırak. Bir-iki dakikayı geçmesin, çünkü sanki eğer geçerse kendi gerçekliğinden yitirir. Ayrılması olmazsa ne kıymeti kalır birleşmenin?

Elimden tut; bir nedeni olsun. Ya da bir şeyin sonucu olsun bana uzanman. Olur olmaz birbirini elleyen bir "iki şahıs" olamayız biz, bilirsin. Öyle olsak çok güleriz.
Öyleyse madem, sen de sebepsiz elimi tut bazen, çok gülelim o vakit. Madem öyle, gülmek için, sadece bazen...

Mesela sen herhangibir sabahın kör vaktinde, bilmem kaçıncı işe gidişinin herhangibir seferinde; gitmek üzereyken ya da başka bir deyişle gittiğin için ve gidişinden bir kaç an önce, kapı önünde, elimi tut. İt gibi çalışmaya gitmek kadar rutin olsun deli gibi özlemek. Özleyeceğini bildiğinden dokun, ellerime, uzun değil, belki on-on beş saniye... Yatmadan evvel çevredeki her nevi ötücü şeyi kur ama; ötsünler ki, senin gitme anlarında elimi tutman için uyanabileyim ben de, rutin gitmelerine aynı rutinlikte üzüleyim kapının önünde. Sonra sen elimden tut, sonra da git.

Sonra ben gecenin kör vakti işten döndüğümde, kapının önünde elimden tut. Ben, benim zili çalışımla senin otomatiğe basışın arasındaki kısacık zamanı, apartman girişinde pabuçlarımın bağcıklarını çözmek için zorlayayım; öyle ki, kapının önüne geldiğimde ellerimin başka meşguliyeti kalmasın. Sonra elimden tut kapı önünde, elimden tutup beni içeri al ve aklımdaki hernevi gündelikçi dünyeviliği koy kapının önüne...

Sonra...
Sonra şarap almışsan nefis, yemek de yapmışsan harikulade... Sonrası... İşte hani ne bileyim, sofrayı toplasan... Bu da yetmezmiş gibi, avuçiçi kadar mutfağa nasıl olduysa sığmış iki elektrikli aletten hangisinin bulaşık makinesi olduğunu öğrenmiş bulunsan ve dahası kendisinin iç yerleşimi konusunda iddialı bir müdahil olsan... Şarapları tazelesen, önce benim kadehimi doldursan... Neticede sana bir tek yudum kalmamış olsa ve bunu  bile hiç dert etmesen... Çünkü sen zaten şarap daha biteyazdığında çay suyunu çoktan koymuş yahut seven-eleven'dan bir şişe daha söylemiş olmakla mağrur dursan ... İçi boşalan turşu kavanozları ve musli kartonları ve  traş köpükleri ve kola şişeleri ve diçmacunu tüpleri ve zeytinyağlı bıdı bıdı konservesi tenekelerine onlar yokmuş gibi davranmasan, elin değse de bir çöpe atsan...
Fena olmaz, ve aslında hepsi bu. Sadece bunlarsa, evet, sadece fena olmaz ve sadece daha fazlasını istemek olur elimden gelen. Temizlik, ütü, yatırım amaçlı altın günü ve sair aktivite...

Ama mesela...
Hiçbirini yapmasan da elimden tutsan...
Ama sahiden...
Ve sadece...
Yani dokunarak, yani sıcak, yani zaman zaman ve kısa süreli ve ...
Ve aslında bu kadar belki de...

Ekim 15, 2010

Nande Corleone

Maykılla tartıştık. Beni hiç anlamıyor. Aslında çok zeki birisi, beni neden anlamıyor anlamıyorum.
Tüm gün çiftlikte canım sıkılıyor. Evvelden domates fideleriydi, organik mucizelerdi bi şekilde idare ediyordum. Fakat ne vakit Don Baba'yı domateslerin arasında boylu boyunca uzanmış gördüm, odur budur içim almıyor. Don Baba çok yiğit insandı. Domateslerin arasında ölecek insan değildi. Düşündükçe hala olayda bir suikast komplosu olabileceğinden şüpheleniyorum. Maykıl'a da söyledim, "mal mal konuşma, gaza gelecem sıçacam tüm ailelerin bacaana o olacak. Sonra ağlarsın ama arkamdan" diyor. Ya düşünüyorum da aslında Maykıl çok ince ruhlu bir insan.
Onun da haklı olduğu yanlar var. İşi çok stresli. Ayrıca çok yoruluyor. Bir gün Las Vegas'ta, bir gün Sicilya'da... Sinirleri hırpalanıyor. Asabına iyi gelir diye papatya çayı kaynatıyorum ama "ibne mi edecen beni" diyor bi yudum içmiyor. Fredo'nun kırık davranışları sanırım onda homofobik tortular bırakıyor. Aslında Fredo da öyle iyi bir insan ki... Çok güzel kahve falı bakıyor.
Maykıl benim blog yazmama tahamül edemiyor. Yok efendim aile içinde olan aile içinde kalırmış, ne düşündüğümü aile dışında kimseye dememeliymişim... Sanki ben bilmiyorum. Zaten burda özel münasebetlerden de hiç bahsetmiyorum. Ama gel gör ki onu buna inandıramıyorum. Sanki ben yaban mersiniyim. E ben de bu aileden biriyim, hiç kötülüğünü ister miyim? "Saf ve yumuşaksın, ne olduğunu anlamadan bizi kurda kuşa yem edersin" diyor. Ne alakası var? Ben ki geçen gün sütü çok ısıttı diye Koninin oğlunun bakıcısını topuğundan vurdum. Maykıl su tabancasıyla bu işler olmaz diyince de zavallı kadını tekneden attım. Koni salağı da can simidi attı.
Ah yüce tanrım! Ben safsam bu Koni kaç ayar acaba?
Koni ezik biraz. Çok hamileyken bir gün kocası Koniyi kemerle dövmüştü. Ne mi yaptı? Ağabeyini aradı. Santino da fevrilikle fırladı, koruma moruma almadan atladı arabaya. Zavallıyı temde, gişelerde kıstırdılar. Boydan boya taradılar sevgili Sani'yi, rest in peace. Hayır ondan sonra olay büyüyecek, olan benim kocama olacak, kimsenin umru değil. Biriniz de kendi işinizi kendiniz görün be!
Ulan Don Corleone'nin kızı olacan, herif sana iki canlıyken kemerle dalacak! Büyük konuşmayayım da ben Allah yarattı demem karnını kurşunla doldururum pezevengin. Sonra da evi arar "bir araba gönderip beni aldırın, üç düzine de naylon eldivenli adam yollayıp delilleri karartın" derim. Ama bunu Maykıla söylemiyorum, içlenir. Zaten Karlo'yu yüzdeyüz harcayacak, hissediyorum.

Bak gördün mü, yazdıkça sinirim geçti. Maykıl çok sert bir insan ama içinde kedi gibi bir mahlukat var. Şu an bir tek o mahlukata sinir oluyorum. Koskoca, sert mi sert zeki mi zeki bir Don'un içinde yuvalanmaya utanmıyor musun? Vakur, mağrur, gözü kara, attığını vuran, tuttuğunun boynunu kıran ve herşeyden önce evli bir erkek o! Seni Barzini mi koydu oraya, ha, cevap ver truva kılıklı!

Hah, Corleonelerin köpeği olacaksınız topunuz; içten pazarlıklı, sinsi ipneler!
Herşeyi biliyorum.
Başlıyorum:
Evvela, o kediye reddedemeyeceği bir teklif yapmayı planlıyorum.

Ağustos 25, 2010

İflah olmaz merak ve temenni vs...

Birkaç on saattir şöyle düşünüyorum: 
8 yıldır bize bir hayırları dokunmadığı düşünülürse bizim hayırlarımız onlara çok dokunur mu? 
Gaz yapar mı, mide ekşitir mi, can yakar mı, damar tıkar mı gibimsi şeyler...

Ağustos 17, 2010

Oralar ırak, konuya gelmek zaman alacak.

Şimdi aslında o işler hiç de senin tahmin ettiğin gibi değil. Yaşın genç daha gerçi, zamanla öğrenirsin.
Bir kere pasta olan piramit Mısır'daki piramitlerden önce varmış. Mısırdaki o yapılara da, bu pastaya benzedikleri için piramit denmiş. Zaten piramit pasta demek. Bunu aklından çıkarma.
Hadisenin pi sayısıyla filan da bi ilgisi yok, egzotik olsun diye yapıyorsan senin bileceğin iş tabi. Ama baştan diyim, O piramitler yapıldığında daha matematik yokmuş dünyada, hangi pi sayısı diye sorarlarsa on numara mahcup olursun.
Değişik şekilli kayalara ercan, su içindeki değişik şekilli kayalara mercan denir. "Aa bak ne güzel yükselti, biraz oturayım da dinleneyim" diyecek olursan mercan kıçından ısırır. Tükürük sıvısındaki kabartıcı karbonükleist asidik bazalcılar yanmalı ve kaşıntılı şişliklere neden olur. Yani kısacası kıçın şişer. Kaya da olsa onun da bir savunma mekanizması var işte; çok önemli bak bu nokta.
Çok sıcak bir memlekettir ve genel olarak bardaklar pistir. Bu hallerin birbiriyle bir alakası var mı dersen o kadarını bilemeyeceğim. Konuyu yerlilere de danıştım, cevaben ar yu ajipşın dediler. Anlamaz gözelerle baktığımı sezince de beni zorla bir deveye bindirmek istediler. Sanırım bedeviler şiddetli misafirperverler.
Çok acaip balıklar var fakat yenmiyor. Zaten rakı olmayınca balık yiyesin de gelmiyor. Rakısızlık denizdeki doğal hayata bu kadar katkı koysun, valla değişik bir şey, sence de öyle değil mi?
Neyse... Birçoğu çok suratsız ya da çene yapıları bi tuhaf olduğundan nemrut görünüyorlar. Ya da ne bilim belki de "kızılını götüme mi sokacam denizinin, rakı şişesinde kulaç atsam" diye de düşünüp kederleniyor da olabilirler. Balıkların kulaç atması da hayli alışılmadık birşey tabii. Ben de çok şaşırdım başta ama sonra alıştım. Bence tüm balıkların ihtiyacı olan bir aktivite bu. Neyse ne, dışarıda bir allan bitkisi yok, çorak çöl herbir yan fakat denizin içi bir cümbüş! Dengesiz ruhumun en beğendiği yan da bu oldu.
Hani bil diye anlattım, hazır yeri de geldi, aklına katkı olsun fikrine düş koysun niyetiyle kısa bir özet mahiyetinde...
Ha bu arada sorduğun soruya gelecek olursak hayır maalesef yok. Yeni geldik işte biz de tatiliydi gezmesiydi tozmasıydı piramidiydi pastasıydı derken ev tamtakır tabii. Zeytinle yeyin zeytinle, tuz iyi bişey değil zaten.

Ağustos 05, 2010

Lavobo ne tarafta? Yahut çıkış kapısı?

Şu boğucu yaz sıcağında gösterim açık mekanda olsa iyiydi ya; yapacak bişi yok. Gösterim kafalı mekanda.

Gitmeyeyim desem o da olmaz... Hayır, derim demesine de, bunun zavallı bir dayılanma ötesinde bir anlamı olmaz. Nereye gitmiyorsun, düdük? Mekan dediğin gövdendeki kapalı teras değil sanki!

Kombine biletliyim. 7/24 yerim hazır. Bi arkadaşı alıyim gidiyim de diyemiyorum. Mekanda ancak slayt makinesi ile bana kadar yer var.
Yer olsa gelir mi kimse? Sanmıyorum.
Kimse gelmez. Ne işleri var elin beniyle? Gelmesinler de zaten, istemiyorum.

Yalnız başıma koltuğuma kurulamıyorum çünkü bu gösterimler genelde ben ayaktayken oluyor. Yalnız başıma ayağa dikiliyorum ve başlıyor. Sonra işte hareketsiz anlar gelip geçiyor... Olaylar değil, boy boy fotoğraflar. Tozlu fotoğraflar. Leblebi tozlu fotoğraflar. Demek ki bunlar hep, leblebi tozu çılgınlığının şahsımı da seline kattığı zamanlarda verilmemiş pozlar.

Bazıları, her zaman aynı sıra ile gitmese de, illa ki her gösterimde kendilerine yer buluyorlar. Bazen tek tek bazen ard arda ve topluca, gözlerime gerili perdeye yansıyorlar:
Gecenin kör vakti uyku sersemi telefona koşarken omzumu kapıya çarpıp acıdan geberdiğim an. Flu fon.
Telefonda aldığım ölüm haberi ve omzumun utanıp sustuğu an.
Duvarda 16 Mart'a çakılı kalmış takvim ve 16 Mart'a düşülmüş o sivri gerçeğin bildirici notu... Aylar sonra o eve gittiğimde farkedilmiş o kahredici detay...

Gecenin bir vakti, arabada, arka koltukta, elimde pembe saçlı bir trolle donan zaman.
Hergece, henüz anlamını bilemedeğim vakitlerde, "beraat etsin" talepli içten ve en az o kadar ağlak duaları tavana doğru üfürüşlerimin asgari ortalaması: boğucu geniz yanmaları. Anjin gösterir röntgen filmleri.
Gündüzün bir vakti elindeki telefona sarılıp mutluluktan olduğu muhakkak bir dirilikle ağlayan koskoca bir adam.
.............................
Gösterim başladı, evet. Fakat bitmedi henüz. Gözüme leblebi tozu kaçtı. El yüz yıkamak için kafamdan kaçtım. Bedenimdeki lavoboyu halen bulamadım.

Temmuz 30, 2010

Zaman beni sırtından atmıştı.


Çok uzun zaman önceydi. Çok uzun zamandır karanlıktı. Çok az şey alabildiğine aynıydı; zira ortamda çok az şey vardı. Ve bir süre sonra ıslaklık, karanlık ve benden müteşekkil olan herşey, çok sıkıcı bir hal almıştı. Her şeyin hepsi bir pazar filesine sığardı.

Çok uzun zaman önceydi. O zamanlar develer berberdi. Sanırım pireler de muhabbet tellalıydı. Türlüsüyle iş varken, ah benim aptal kafam, benim burada ne işim vardı?

Çok uzun zaman önceydi. Zaman o vakitler çok kaygandı. Ben zamanın üstündeydim. Zamanın bir kısmı gidilecek yere ulaşmıştı, ben hala zamanın ulaşamayan kısmının sırtındaydım. O kısım da ara ara beni sırtından atıyordu. Zaman kayarak kaçıp canını kurtarıyordu, benim kendi başımın çaresine bakmam gerekiyordu.

Bir kara delikteydim ve hiç durmadan düşüyordum. Bir yıla yakındır düşüşüm sürüyordu fakat gel gör ki ne bir yere varıyor ne de yolculuktan keyif alıyordum. Kitap mitap da yoktu, düşmeli yolculuğum çok sıkıcı geçiyordu. Bir süre kitap almayı akıl edemeyen beynimi mıncıkladım, beynim açıktaydı, bu beni biraz oyalasa da o karanlıkta okumanın zaten mümkün olamayacağını fark edince yapacak hiçbir şey de kalmadı.

Bu böyle ne kadar sürdü bilemiyordum. Çok uzun zaman önce bana bin yıl gibi gelen bir süre boyunca düştüm.

Sonra delikten metal bir cisim göründü. Kafamdan doğru beni kendine çekmeye başladı. Artık zamandan hızlı kayıyordum; yok hayır kaymıyor adeta uçuyordum. Mutluluktan değil hayır, tazyikten uçuyordum.

Sonra ilk defa kendi sesimi duydum. “Unuttunuz mu lan beni burada, bin yıl oldu, bayıldım sıkıntıdan ” dedim ama öyle çıkmadı sesim. Allahım bu benim sesim olamazdı, olmamalıydı, lütfen olmasındı… Miyavlıyordum.
Elimi beynime attım, ses ayarımı yapmaya çalıştım fakat o da neydi? Beynimin üstüne bıngıldaklı bir tas komuşlardı.
Allahım, tüm ayarlarımla oynanmış, bütün kalelerime girilmiş, beynim bir tasla zaptedilmişti. Artık zavallı bir esirdim ve esaretin bedelini ödemeye hazır olup olmadığımdan emin değildim?

Sonrası malum, elbette bayılmışım.

Sonra ayıldım.

Sonra anladım:
Bu benim son düşüşümdü. Zaman beni sırtından dünyaya atmıştı. Zaman en büyük satıcıydı.

Temmuz 24, 2010

Teyze, asi ergen ve bebe köprüaltında...

"Kızım bi bakar mısın" dedi.
Baktım.
Ortayaşını oldukça almış kendisi, başını tamamen içine almayı başaramamış eşarbı... Eşarbın kaygan kumaşına yakın alacalılıkta ve parlaklıkta, imüğe kadar sıkı sıkıya iliklenmiş bol gömleği; ayağında basma eteği... Kucağında 2-3 yaşlarında zeytin gözleri ferfecir okuyan muzır bir bebe, yanında aslen güzel fakat ziyadesiyle ergen, tam da bu nedenden üstüme kusmak isteyen asi bir genç kız.
Kız, torunu olamayacak kadar ergenlikte, oğlan çocuğu olamayacak ölçüde bebelik evresinde. Tuhaf epeyce... Fakat bu benim görmekte olduğum sadece...Belki de bu gördüklerim dışında yedi çocuğu daha var. Her opsiyonda gebe kaldığından, her yılın iki baharından birinde benzer burçlarda çocuk doğurmaktan bunca epridi, belli. Doğurma hususunda ses etmedi, sıkıntı yaratmadı da yaşatma konusunda düşünmekten saçları bir gecede ağardı belki... Baksana, varoşta yaşıyorlar besbelli. Kızın üzerine yakışmayan edasından,  ergenliğin açıklayamayacağı kadar keskin kızgın bakışlarından, mininin saçının kısalığından, dizlerindeki yaradan, bedeninin minnacıklığından belli.
 "Bu tramvay nereye gidiyor?" dedi.
Belli ki bir zorunluluktan çıkıp gelmişer. Hastaneye mi gelmişler? Olabilir. Emekli aylığı çekmeye mi? Bit pazarından önlük almaya mı? Bilemiyorum. Evlerine dönmeliler. Tramvay onları evlerine götürür mü, hiç emin değiller.
Ben de emin değilim. Bu meretin iki ucu var. Birinde "Zeytinburnu" bir ötekinde "Kabataş" yazar. İşin en kılçıklı tarafı bazısı Zeytinburnu'na kadar da gitmez, Cevizlibağ'da paydos eder. Yanlış bir laf etsem garibim teyze kucağında bebe, kulağında ergen zırıltısı yanlış yöne gider. Ya da doğru yöne gider fakat tam olarak gidemez, Cevizlibağ'da iner.
Kafam karışıyor düşününce yine. Kafam karıştı o zaman da...
"Teyzem şimdi bu dediğin alet iki hat arası gidiyo geliyo. Yani biri bir yana giderken öbürsü o yandan geliyo. Şimdi o yan derken aslında bu bir diğeri için bu yan oluyor. Neyse, orası kolay da, bazısı o dediğim yönden geliyo gibi görünse de aslında tam olarak o taraftan da gelmiyo. Yön olarak ordan geliyor ama durak olarak daha önce duraklıyor. Yani aynı yöne gidenlerin son durakları birbirini tutmayabiliyor. O konuyu ben de tam bilmiyorum. Onu duraktaki adama sorarsınız, heralde bir tarifesi falan vardır. Ha bir de ayrıca...." diye dep dep debelenirken, "yanlış teli kesersem insanlık o kadar toptan yok olacak ki kıçımıza pamuk tıkayanımız, arkamızdan iyi bilirdik diyenimiz olmayacak" şekilli sorumluluğun altında ezilirken bir de baktım ki çabamın beyhudeliği cismaniyet kazanarak teyzenin gözlerinde belirmiş. Bunu görmezden gelebilirdim; hatta ergen kızın göz devirip öfleme-pöfleme diye tabir olunabilecek homurtularına da aldırmayabilirdim belki ama mini bebe kıçını kıvıra kıvıra aşşa inmek isteyerek annesini tepim tepim tepmeye başlayınca nokta atışı yapmam gerektiğine kani oldum.
Dedim "Teyzem siz nereye gideceniz?"
Teyze "yooo" dedi.
Evet teyze cümleye böyle girdi: "Yooo"
"Ben öyle merak ettim, bu tramvay böyle döne dolana nereye gider ki diye?"
Kadın merak etmiş, tramvay, bana kızım diye seslenmiş, neresi acaba, kucağında bebe, hava bir milyon derece, teyzede uzun kollu gömlek, nereye gider?
Merak işte... Döne dolana, hem de tramvay, nereye gider?
Öylemsi şeyler dedi.
Tamıtamına aktarmamın mümkünatı yok. O sıra senaryom kısadevre yaptı.
Teyze böyle buna benzer şeyler dedi.
Sonra hiç döndürüp dolanmadan gitti.
Şeye doğru gitti; yani baya bildiğin karşıdan karşıya... Yaya geçidini kullanarak karşıdan karşıya geçti.
Bebe gene tepiniyordu ve kız yine ergenliğinin en dip memnuniyetsizlik tıslamasındaydı.
Teyzenin haddinden fazla renkli eşarbı kaygan kumaştan ve eteği basmadandı.
Benimki kaygan dokulu ve drama kurulu kurgucu bir kafaydı.
Ekran karardı.
Açıldığında iki ana sahne vardı.
Benim tünelde bastığım akbil yeri göğü dınlatıyor; teyze, asi ergen ve bebe köprüaltında beni konuşup bira tokuşturuyordu.

İyi madem; afiyet olsundu.

Temmuz 20, 2010

Nande Corleone

Maykılla tartıştık. Beni hiç anlamıyor. Aslında çok zeki birisi, beni neden anlamıyor anlamıyorum.
Tüm gün çiftlikte canım sıkılıyor. Evvelden domates fideleriydi, organik mucizelerdi bi şekilde idare ediyordum. Fakat ne vakit Don Baba'yı domateslerin arasında boylu boyunca uzanmış gördüm, odur budur içim almıyor. Don Baba çok yiğit insandı. Domateslerin arasında ölecek insan değildi. Düşündükçe hala olayda bir suikast komplosu olabileceğinden şüpheleniyorum. Maykıl'a da söyledim, "mal mal konuşma, gaza gelecem sıçacam tüm ailelerin bacaana o olacak. Sonra ağlarsın ama arkamdan" diyor. Ya düşünüyorum da aslında Maykıl çok ince ruhlu bir insan.
Onun da haklı olduğu yanlar var. İşi çok stresli. Ayrıca çok yoruluyor. Bir gün Las Vegas'ta, bir gün Sicilya'da... Sinirleri hırpalanıyor. Asabına iyi gelir diye papatya çayı kaynatıyorum ama "ibne mi edecen beni" diyor bi yudum içmiyor. Fredo'nun kırık davranışları sanırım onda homofobik tortular bırakıyor. Aslında Fredo da öyle iyi bir insan ki... Çok güzel kahve falı bakıyor.
Maykıl benim blog yazmama tahamül edemiyor. Yok efendim aile içinde olan aile içinde kalırmış, ne düşündüğümü aile dışında kimseye dememeliymişim... Sanki ben bilmiyorum. Zaten burda özel münasebetlerden de hiç bahsetmiyorum. Ama gel gör ki onu buna inandıramıyorum. Sanki ben yaban mersiniyim. E ben de bu aileden biriyim, hiç kötülüğünü ister miyim? "Saf ve yumuşaksın, ne olduğunu anlamadan bizi kurda kuşa yem edersin" diyor. Ne alakası var? Ben ki geçen gün sütü çok ısıttı diye Koninin oğlunun bakıcısını topuğundan vurdum. Maykıl su tabancasıyla bu işler olmaz diyince de zavallı kadını tekneden attım. Koni salağı da can simidi attı.
Ah yüce tanrım! Ben safsam bu Koni kaç ayar acaba?
Koni ezik biraz. Çok hamileyken bir gün kocası Koniyi kemerle dövmüştü. Ne mi yaptı? Ağabeyini aradı. Santino da fevrilikle fırladı, koruma moruma almadan atladı arabaya. Zavallıyı temde, gişelerde kıstırdılar. Boydan boya taradılar sevgili Sani'yi, rest in peace. Hayır ondan sonra olay büyüyecek, olan benim kocama olacak, kimsenin umru değil. Biriniz de kendi işinizi kendiniz görün be!
Ulan Don Corleone'nin kızı olacan, herif sana iki canlıyken kemerle dalacak! Büyük konuşmayayım da ben Allah yarattı demem karnını kurşunla doldururum pezevengin. Sonra da evi arar "bir araba gönderip beni aldırın, üç düzine de naylon eldivenli adam yollayıp delilleri karartın" derim. Ama bunu Maykıla söylemiyorum, içlenir. Zaten Karlo'yu yüzdeyüz harcayacak, hissediyorum.

Bak gördün mü, yazdıkça sinirim geçti. Maykıl çok sert bir insan ama içinde kedi gibi bir mahlukat var. Şu an bir tek o mahlukata sinir oluyorum. Koskoca, sert mi sert zeki mi zeki bir Don'un içinde yuvalanmaya utanmıyor musun? Vakur, mağrur, gözü kara, attığını vuran, tuttuğunun boynunu kıran ve herşeyden önce evli bir erkek o! Seni Barzini mi koydu oraya, ha, cevap ver truva kılıklı!

Hah, Corleonelerin köpeği olacaksınız topunuz; içten pazarlıklı, sinsi ipneler!
Herşeyi biliyorum.
Başlıyorum:
Evvela, o kediye reddedemeyeceği bir teklif yapmayı planlıyorum.

Temmuz 16, 2010

Aklını Buzla Ovdum.

Bugün gelmiş. Hemen aradı. Ayağının buzuyla soluğu kapıda aldı.

Boyu uzamış gibi geldi bana. İnsan 30'unda boy atar mı? Gerçi erkekler için ergenlik açılıp kapanamayan bir parantez olduğundan... Parantez içinde hormon üretimi ha babam sürüyorsa kemik gelişimi de sürebilir pek tabii? Belki sürmeyedebilir. Çünkü erkek bünyesinin ergenlikte demirlemesinin nedeni belki de sadece ve sadece hormon üretmesidir. Bütün protein hormona giderse kemik nasıl gelişsin?
"Çok mu protein yedin, boy atmışın" dedim.
Saçmalama der gibi baktı, ama bu kadar nazik konuşmadı. Aslında hiç konuşmadı. Gözbebeklerini gözkapaklarının altına, beni de beri yana itip pöfleyerek  içeri geçti. Yalnız bir dakika, gözbebeklerini göremediğime göre "saçmalama"yı gözleriyle de demedi. Nasıl dedi o zaman yaw? Hayır, çok net hatırlıyorum, olayın giriş kısmında beni hedef alan sinirli bir ikaz yer alıyordu. Şimdi arıyorum arıyorum bulamıyorum.
Neyse...
Sakallarında hala buz sarkıtları vardı. Suratından düşen bin parça oluyor sonra eriyip döşemeyi ıslatıyordu. O zamanlar kamuoyunda, parkelerin ıslanınca kabaracağı yönünde kuvvetli bir inanış vardı. Benimse o durumda buna hiç inanasım yoktu. Bence benim parkelerim kabarmazdı. Zaten adam kaç yıllık en dibdibeli arkadaşımdı, onun sakalının sarkıtından ne olacaktı.
Dahası, yerler zaten yer yer söküklü marley kaplıydı.
Ben neyin var demeden, o konuşmaya başladı. Yahu bunun sesi de bir tuhaflaşmıştı. Donuktu. O kadar soğukta ses de mi donuyordu? Sesi ondan çıkmakla titreşimsellikten de çıkıyor, ortamdaki biz ve herşey dışında bağımsız bir kaya kütlesine dönüyordu. Sert bir laf etse, sesi gelip dişimi kıracak gibi geliyordu. Anlamıştım ve çaremiz yoktu; beni istemeden kıracaktı.
"Bu nasıl iş anlamadım, koskoca Kuzey Kutbunda altyapı sıfır. Kanalizasyon sistemi denilen bir şey yok. Buzları delip delip içine işiyorsun. Sonra o deliklerden balık tutup pişirmeden yiyorsun. İki boruluk iş ama kimse elini taşın altına koymuyor" dedi.
Kızgın konuşunca sesi eridi.
"Geçecek" dedim sonra...
Sonra sakallarındaki sarkıtlardan iki dal kopartıp aklını buzla ovdum.

Temmuz 13, 2010

Kaydırma Yaptım.

Cevap anahtarları konusunda çilingirden özel ders aldım. Anahtar sahibi olunca, cevapların nazlanmadan geleceğini varsaydım. Bütün mesele delik ile çubuk arasındaki tırtıkllı uyum sandım. Ya da öyle sandırıldım , o kısmı net değil... Net olan birşey var ki kandırıldım.

Yalan yok, Hacevap zamanında dediydi de ben hiç kulak asmadıydım. "Cevap diye bi olay yok; anahtar dediğinse sadece bazen, sadece bazı kapıyı açar, boşuna para akıtma çilingire, yoldurma kendini" demişti. Ya da benzer şeylerdi...
Tam kulak verememiştim, o esnada atölyede anahtarın çapaklarını temizliyordum. Torna tezgahı çok ses çıkarıyordu, ben çok terliyordum. Terlerken duyamıyordum; gürültülü ortamda çok sigara içiyordum. Sigara içmeyi seviyor, içtikçe ürüyen duman nedeniyle sinirleniyordum. Günümüzde insan türünün her uzvunu belleyen ve çeşit çeşit iç organını piç eden sinirsel sistem benim gözümü ellemiyordu ve  ne yazık ki hala görüyordum. Duyamasam da dudaklarının kımıl kımıl hareketinden konuşmaya devam ettiğini anlıyordum. Anlamakta oluşuma küfrederken bütün sigortalarım atıyordu. Ruhum cereyana kapılınca vicdanımı az daha tezgaha kaptırıyordum. Asabiyetim cinnete dönüyordu ve Hacevap'ın turuncu dişlerini kırmak arzusuyla doluyordum. Hayır ben de sigara içiyordum ama en az ayda bir öndişlerimi fırçalıyordum. Kimseye de bilmişlik taslamıyordum. Ağız sağlığı konusunda tuvalet kağıdı bile kullanmayan bir aklın, akıl sağlığım konusunda ahkam kesmesine katlanamıyordum.
Titremek esnasında konuşulanları anlamıyordum.
Konuşmakta olan hakkında, tüm kalbimle, ivedi bir zıbarma diliyordum.

Tezgah başında, çilingirin verdiği teksir kağıdında çizili modele baka baka herşeyi çözecek bir anahtar yontabilmeyi istiyordum. İsteyince yapacağımdan yapınca alemin sırrına vakıf olacağımdan zerre kuşku duymuyordum. Az gittim uz gittim, acıktım arpaları yedim, uyku bastırdı saati sabah 5'e kurup yattım, tan vakti kalkıp alarmı camdan attım, çilingirin telefonlarına bazen çıkmadım, ödevlerimin bazısını Beyazıt'taki fotokopiciye yaptırdım, ödevler bi boka benzemeyince fotokopiciye verdiğim kaporayı  helal etmedim, anahtar sitetaği ve ayrokinetiği konulu tam 1 sempozyumun afişinde sadece anahtarla poz verdim, teşhircilikten içeri atıldım, içerde boncuk ve kibrit çöplerinden çok sayıda çelişik anahtar yaptım...Hevesim, hırsım ve gayretimle bu günlere kadar geldim.
***
Teknik olarak süperim şimdi. Anahtar benim olayım.
Fakat bütüne ilişkin derinlikli bir hata yapmışım.
Anahtarın milyon katı kapı varmış. Anahtar yaptıkça kapılar artarmış. Artan kapı, yapı gereği, kapalıymış. Hacevap haklıymış.

Sözel varmış sayısal varmış...
Özel varmış umumi varmış...
Usul varmış esas varmış...

Ara karneler verilince bir baktım; kaydırma yapmışım.
Özeli sözele, esası kıçıma yazmışım.

Temmuz 09, 2010

Ne yazık ki sadıktı...

Çok düşündüm üzerine.
Hiç ara vermeden, mütemadiyen düşündüm.

Üzerine düşündüğüm şey herneyse, aslında üstü yoktu. Üstsüzdü, sere serpeydi. Kafamdaki aşırı ısınmanın onda tek bir iz bırakmamasının nedeni bu olmalıydı. Üstü gibi adı; adı gibi altı da yoktu. Homojen bir çıplaklıkla her yanı tanımsızdı. Kendine dair belirgin bir iz bırakmaması, herhalde, bundandı.

Şekilsizdi işte, ara ara suretini görebildiğimi sanıyordum fakat an başı şekil değiştiriyordu. Bir bakmışım balık kraker, yine o bir bakmışımın saniyesinde leblebi tozu; gres yağı; kartonpiyer...

Renksizdi ama sorarsanız diyebileceğim şu ki; sadece maviye benziyordu.

Kokusuzdu ama koksaydı eğer,  klorlu olurdu.

Maddeden yola çıksam, bir yere varmamın mümkünü yoktu. Maddenin yapışkan haliydi, yapış yapıştı.

Erkekse yapışıklı kadınsa danışıklıydı.

Aylardan Mart'tı, hatta Mart'ın ikinci yarısı... Sarksa sarksa en fazla 1 Nisan'a uzardı.

Her kentte bir veya üstü sayıda terminal olmalıydı. Bu yüzden her kenti eşit ölçüde andırırdı.

Yemek olsa yenmezdi. Yemek olmazdı.

Sıcak olsa olmazdı, sıcakta çok yaşamazdı.

Başka yere yerleşse iyiydi ya oralara gidecek bacağı yoktu, taşınamazdı.

Göçseydi ılımana ona da iyi gelirdi fakat kanatsızdı.

Zaten sadıktı...
Üzerine bunca kafa yorduktan sonra, değil kanadı ışınlandırıcısı da olsa beni bırakamazdı.

Ne yazık ki sadıktı...

Temmuz 08, 2010

Deli, dedi: ... -1-

Deli deliyi görünce değneğini saklarmış.

Delinin delilikteki ciddiyeti, başka bir deli ile rastlaştığında değneğini saklamak konusundaki tutarlı tasarrufundan anlaşılırmış.

Delinin delilikteki samimiyeti, reel olana hangi sıklıkta ve ne kütlede nah çekebildiği ile tartılırmış.

Deli dediğin, uyurken uyluk kemiğinde kır düğünü etsen davulu duymazmış da sivrisineğin çiftleşme hırıltılarına tedbiren yatmadan evvel soluk borusuna onüç fıs şeltoks sıkarmış.

Deli dediğin tatlıdan haz etmediğinden bal görünce kusarmış da beyninin atıl kısmını arıcılık faaliyetine tahsis eder doğa gönüllüsü yaradılışı gereği beş kuruş da para almazmış.

Delilik, hayatın ağır zıtlıklarıyla bir arada yaşayabilmenin tek yoluymuş.

Delideki akıl, yaşamın kaşıkla verip kepçeyle alma dürzülüğüne "tezatın feriştahıyım" diyebilecek akışkanlıktaymış. Kafasındaki huni bundanmış.

Öyle dedi.

Haziran 17, 2010

Vay be Sibel, Sen ne Arnaymışsın!

Size şoke edici bir iki gerçeği açıklıyorum:

En acayibinden başlıyorum:

1-Sibel Arna'ya coşkunca bağlı, saygıyla aşık, sayıyla tamıtamına 3 (üç) adet insan evladı var.

2- Bu üç insan evladının bilgisayarında "Sibel Arna" süzgeci var ve alarma bağlı. Herhangibir sitede muhterem şahsın adının geçmesi halinde alarm ötüyor ve bu 3 aklı evvel, bilgisayar başına küfre koşuyor.

3- Koşmak ve küfretmek konusunda ne denli heveslilerse, yazmaktan o kadar anlamıyorlar. Daha vahimi, korkarım alarm dışı sesleri hiç algılayamıyorlar. Sanırım bu yüzden hem "yakıştıramadım" şeklindeki naif eleştirel değerlendirme kutusunu tıklıyor ve devamında "Sibelin boklu donunu kokla, hak ettin sen bunu .mına godugumunununun piçi" diyerek kaynama noktasında bir tuhaflığa imza atıyorlar. Olum ya yakıştırama ve bitir ya da küfür et yedi kamyon; ikisi bir arada çok ahmak duruyor.

4- Anılan 3 misyoner, okuma sevmiyorlar. Belki anlasalar severlerdi ama kavrayış kıtlığı nedeniyle okumadan soğumuşlar, açık. İçim ezilerek söylüyorum ki sanırım bunlar kronik Siber Ayna hastalığına tutulmuş. Güneş evvel zamanda bunlara bi komuş, düşünsel melekeler sizlere ömür... Düşünsenize, kafatasının içinde bir kap su muhallebisi taşımak... Ayy, kötü oldum, dostlar alışverişte görsün namına acil şifa diliyorum.
...
Ben bu hususları nasıl mı saptadım?
Anlatayım:
Ekşi Sözlükte bir önceki yazıya link verilmiş.
Linki veren yazar durumu bana bildirmeseydi ben hadiseye hayatta aymazdım. Değil yazı yazmak, sözlüğe verilen hazır linki tıklamak konusunda bile yetenek itibariyle tamtakırım. Neticede herkesin bir eksiği var; kimi teknolojiden anlamaz, kimi çizgisiz kağıda düzgün yazı yazamaz, kimi cinsel hayatında bamya ile bile yarışamaz... Rahat olmalı, öyle değil mi? Yoksa maskara olursun.
Fakat a dostlar, bunlar on numara rahatsız. (Bamya konusunda bir gönderme yok)
Sanıyorlar ki bloga link verilen yerle bu blog aynı yer. Alarm geldi ya bi kere! Döner bıçaklarıyla oturdular "net" başına. Okumak anlamak hak getire!
  • Olum ben kadınım lan, iki satır okusan anlardın. Bak, çok uçuk triplere giriyorum, bana "adam" diye küfretme, o durumda asabileşiyorum! Israrla öneriyorum: Öyle her naneye cahil cahil zıplama. Allah muhafaza, tenhalarda kesiverirler.
  • Malum linki veren adama küfür ediyorsan, bu araziyi kullanma; tarlanı nadasa sürerler, elaleme rezil rüsva ederler.
  • Ayrıca adama da küfretme, tatminsizliğini bir çakarsa dilini kesip şeyine ekler. Polat Alemdar o; hissediyorum.

Ama ah o benim dizginlenemez merhametim.
Ah o soylu  yukardan bakma geleneğim...
Affediyorum...
Çünkü, kahretsin, biliyorum. Sizinki de ekmek parası, sizleri anlıyorum... Hakkınızı arayın çocuum: Arna'ya söyleyin fazla mesainizi kesmesin; izin günlerinizde size teknesini tahsis etsin. Sodeksolarınıza zam yapsın. Çoluk çocuğunuza kreş açsın.
Hadi gidin şimdi ona diklenin.
...
Yalnız bir daha küfür ederseniz, şeyinize biber sürerim.
Sırası geldi diye diyorum, yoksa tövbe billah demezdim, arkam kuvvetli, alayınızı ipe dizerim.

Kuru bamyalar sizi, hadi evlerinize şimdi!

--(malum yorumları sildim, çok şekilsizlerdi. bende saklılar, dileyenle paylaşırız.)

Haziran 16, 2010

'Siber Ayna'kader değil:12.00-14.00 arası güneşe çıkmayın!

Sibel Arna adlı hatun kişi, Hürriyet adlı bol yazarlı gazetenin 1623 köşe yazarından biridir. Ben bu gerçeği yeni öğrendim fakat 1622 boğaz varken 1623.nün lafı mı olacak diye düşünerek bu yeni bilgiyi hiç yadırgamadan ve derhal kavrayıp benimsedim. Çok çok sofraya bir tabak daha konacaktı, ha bi eksik ha bi fazlaydı, o tencere her halükarda kaynıyordu hesabı...
Bu Ablamız -ya da Arnamız-, "Dokuz aylık bebekle mavi yolculuk" başlıklı bir yazı yazmış Hürriyette bikaç gün evvel. Allahım ne fırtınalar kopartıldı. Bir dolu kalem, hatunun üzerine şarjör boşalttı. Tabur tabur olayın üstüne atlandı ve "Birleşik Dadılar ve Bakıcılar Derneği"nin onursal başkanı edası takınılarak ablamıza tehditkar, ikazcı iri parmaklar sallandı.
Lakin gelin görün ki, bir insan evladı da çıkıp olayın aslını araştırmadı. İçerimdeki Derman Ana hadiseye çok içerledi ve konuyla ilgili yazılmayanları yazmaya, söylenmeyenleri bağırmaya karar verdi. 
Derman Anaya sansür uygulamak da bana yakışmazdı. Bırakayımdı bağırsındı. Sibel Arna'nın köşe sahibi bulunduğu bir ülkede Derman Anaya susamlı, çıtır, uzunca bir kenarı ödünç vermenin lafı olmamalıydı.
E, o vakit, hadi hayırlısıydı...
...
Derman Ana başladı:
"Kadın cinsi doğurgandır. Doğurunca o kadın artık anadır. Ana dediğinin yüreği pembeleşir, şefkati depreşir. Kadın ana olunca acımasızlığı silinir, vicdanı hacimlenir. Anlayışı artar, sabrı pekişir. 
Yanları yağlanır, göbeklenir, fakat bunun konuyla ilgisi yok.
Çünkü Arna kiloları vermiştir, her ropörtajnda da dikkat ve özenle bu gerçeğe işaret etmiştir. Bu çok yönlü azme rağmen kendisiyle 'çirkin' diye maytap geçenler bi damla erdem sahibi olmayan sığ artı şekilci kişilerdir." 
Derman Ana devam etti:
"Sayın Arna baştan belirtmiştir: Yolculuktadır; yolculuğu mavidir. Belli ki teknededir. Henüz yaşına girmemiş bebeğiyle bu türlü bir tatile çıkmak deliliktir, bunu da kabul etmektedir. Elbet delilik de o kadar uzun boylu değildir, madem öyle delilik edilecektir bari dadı gelsindir. Olay teknede geçmekte iken iş icabı mahalde bulunan dadı dalgasını geçmektedir. Dadı dalgasını geçtikçe Arna daha yaşına girmemiş bebeğini eylemek zorunda kalmakta ve netice itibarıyla denize bile girememektedir. Olay teknede geçiyor, dadı dalgasını geçiyor, Arna günlerini denize giremeden tekne tepesinde geçiriyorsa ve o tekne iklimin abartılı sıcaklarının göbeğinde bulunuyorsa; nedir?"
sualiyle sarstı bizi  Derman Ana ve soluklanmadan cevap eyledi:
"Teknedeki o zavallı başı güneş iğfal etmiştir. İğfal edilen o başta artık baş değil hoşaf çalkalanmaktadır ve bu ahval kişinin akli ehliyetini dibine kadar yok eden bir modern çağ hastalığıdır: SİBER AYNA. Dedelerimizin "beyin içi iletkenlerin oksitlenerek turşulaşması" olarak tarif ettiği ve adına "Güneş Çarpması" dedikleri vaka Küresel Isınma Çağında işte bu raddeye varmış, bu "daha münasip" adı takınmıştır. 

Kişi bu illete tutulduğunda gerçeklik duygusunu yitirir, siber dünyaya yerleşir. Hayli eblehleşir ve dünya adeta bir ayna gibi baktıkça ona kendi eblehliğini gösterir. Artık kişi yoktur; Siber Ayna vardır. Sanki herşey kişi kadar saçmadır. 
Kişinin dışkısı, idrarı kadar likittir ve hasta çok sık aralıklarla hacet giderir. Hastaların önemli bir kısmı kakasını tutamaz, altına ediverir. Yoğun mide bulantısı ve gürültülü öğürmeler başgösterir. Neticede insafsız cırcır ve istikrarlı istifra sıklığı bünyede aşırı su kaybına neden olur; beyin cevize kadar küçülür. Yapılan bilimsel araştırmalarda hastaların %76'sının kendisini Pekin Ördeği sandığı saptanmıştır. 
Bu denli ağır bilinç kaybına neden olan bir illete tutulduğunuzda dadınızın pille çalıştığını sanmanız, deyim yerindeyse, hafif bile kalır. 
Derman Ana bu noktada kendini tutamadı, subjektiviteye yelken açtı:
"Öte taraftan, Siber Ayna hastalığı da bir yana; iş icabı mahalde bulunan bir kimsenin teknede denize girmek istemesi, çoluğunu çocuğunu özlemesi, kocasının yanında olmasını hayal etmesi gibi durumlar en hafifinden, abesle iştigaldir. Yahu gel de sinirlenmedir, bu dadı milleti de amma kara cahildir, okumayı geçtim ama bu camiada hiç Cem Karaca da mı dinlenilmemiştir? İşçisin sen işçi kaldır. Göz belerterek cık cık cıktır.
Ama, sizi temin ederim, Arna kızımın dediklerinin arkasında bu kadarcık bile bir meydan okuma yoktur. Arna kızımın beyni haşlanmış, bulunduğu mekan itibariyle kendini -Pekin Ördeği olmasa da- Kaptan-ı Derya  sanmaktadır. Garibim, Siber Ayna'ya tutulmuştur ve bu nedenle gerçek şudur: Yazıyı yazan Sibel Arna değil Siber Ayna'dır.

Yoksa Arna kızım bir anadır. Ana dediğinin yüreği pembeleşir, şefkati depreşir. Kadın ana olunca acımasızlığı silinir, vicdanı hacimlenir. Anlayışı artar, sabrı pekişir. Güneşin çarpıcı etkisini ve analığın bu yapısal erdemlerini hesaba katmadan saldırmak, mazlumun ırzına geçmektir.
Bu gerçekleri düşünmeden taaruza geçmek vicdansızlıktır, dar bakışlılıktır, cahilliktir."
diyen Derman Ana sözlerini şöyle noktaladı:
"Siber Ayna'lık kader değil: Bu sıcaklarda 12.00-14.00 arası güneşe çıkmayın!"

Haziran 08, 2010

Sağnak Yağışta Deve Depesiceler!

Diyeceklerinizi biliyorum, ama sakın ha, ağzınızı bile açmayın.

Valla acaip pis bir modumdayım, anam avradım olsun bi ikinizi rambo pıçağımla doğrarım.

Bu da mı hükümetin suçu ulan, kanser ettiniz kabineyi lan toptan!

Yaw bi kere de şükredin ya, bu ne yediği kaba sıçmacılık bu ne arsızlık!

Çıkar at o at gözlüklerini de bir dünyaya bak dünyaya!
Millet içecek su bulamıyor efendiii!
Seninse tepene rahmet yağıyor, yok anam, yok yaranılmıyor.
Ne bekliyon? Karı mı yağdırayım gökten, onu mu istiyon? Cenabet şeytan seni!

Hayır yağıyorsa da bi bildiği var, senin itaatsiz vicdanını yıkamak için mi yağıyor sanıyorsun sen, imansız?
Bizim yüzümüz suyumuz hörmetine hep bunlar! Az şey mi, son iki günde İstanbul'da metrekareye 135 kg. yağış düştü, boru mu!
Hadi buyur yetki sende, al bakalım ne yapacan? Değil iki gün iki yılda yağdır 20 kilo, Taksim Meydanı'nda anım anım anıracam, şerefsizim yapacam. Hadi!
Yemedi di mi, yemez tabi?
Sen yattığın yerden anca konuş.

Yok dere taşmış da yok işçi boğulmuş da, yok ölen işçiyi de taşeron çalıştırıyormuş da... Ba ba bak! Yahu ne alakası var, sizin hayal gücünüzün ta göbeğine sıçayım, e mi! Taşeronlar kadar taş düşsün çenenize!

Allama kitabıma güdümlü halksınız lan hepiniz. Size laf yetiştirmeye mi çalışacam lan ben iki güne bir. Hadi sktirin, hadi hadi hadi yallah...

Sürdürüyorum lan topunuzu Sahra Çölü'ne, hadi bi gidin de bi akıllanın bakalım. Serap hadisesi de hikaye ha, yok öyle bişi, şimdiden diyim.
(Yalnız develeri ellemeyin, çok günah o.)

Haziran 06, 2010

Perdelere Kıymayın.

Biri üfledi dışardan, içerde perde havalandı. Kafama geçti havalanan perde, fakat endişeye mahal yok zira sigaram da perdeyi yaktı.
Bakındım, kimseyi göremeyince anladım. İçerime üfleyen sapkın bir insan evladı değil rüzgardı.
Lodostu yahut poyrazdı... Hangisi nerden eserdi, hiç bilmiyordum ve zaten farketmezdi. Üzerine düşünmek anlamsızdı, öyle düşünüp üzerine düşünmemeye karar verdim. Olay basitti: Perde kafama geçmişti sigara da perdeyi havalandığı koordinatta benzetmişti. Hayat gibiydi, hayat da hep bu şekilde ilerlerdi.
Hayat ilerlerken çoğu zaman kimin gerçekten ne olduğu şunca önem arzetmezdi.

Yalnız benim perde de harbi perdeydi. Perde gibi perdeydi, kafama mafama geçip beni gecenin kör vakitlerinde kendime rezil ederdi ama harbiydi.  Bu evde hep perde gibi ve perde olarak bulundu. Masa örtüsü çıkar mı bundan diye bir iki denemem oldu fakat perde perdeliği konusunda oldukça asi ve dirençliydi.

Perde kadar olamıyoruz ya bazen, insan türü adına toptan utanıyorum ben. Öyle şekilden şekle sokmaya çalışanlar, istediğim gibi olsun diye yırtım yırtım yırtınanlar, insanı aslında o insan olmadığı konusunda ikna turlarında madalya alanlar!

Ben sosyallik sevmiyorum, sosyalleştikçe elleniyor insan.
Türlü takım taklavatla ve ne üstlerine vazife olduğu gizemini korumakla berabaer, temas ettiğiniz ahalinin önemli bir yüzdesi sizi başka bişey haline getirmeye çalışıyor. Artık kafalarına göre, içlerinden ne geldiğine göre...

Öyle laga luga epey uzatırım da , o değil mevzu.

Basit mevzu:
Perdeye helal olsun. Perde gibi değildi, perdeydi.

Yandı işte.

Haziran 03, 2010

Ah be Nazım...

Ah be Nazım, alabildiğine zamansız gittin.

Şükran bu sana ki, seninle zengin dilim, ama sen yokken hep biraz daha fakir.
Sonra insanlığımız... Çok bir başına, çok desteksiz...

Bir görebilseydin neler olmakta memleketinde şimdilerde... Gizli ve biteviye ve ondan da muntazam ve muhteşem ve anlamlı ve mağrur biçareliğinle ve bundan ileri gelen şairliğinle o adına sonsuz kadar hasretlik ve umut dizeleri düzdüğün memleketin... Ah bir bilebilseydin... Kimbilir ne esaslı öfkelenir, ne kadar pakedi açılmadık tumturaklı küfür varsa cümlesini icad eder ardından da uyak uyak dizerdin.
Dilimize dil ekler, insanlığımıza en kuvvetlisinden diri bir omuz verirdin.

Bir kulak ver Nazım, o halde, bir dinle hele, dinle neler neler olmuş senin 47 yılı dolan gitmişliğinde...

Arsızlığa ar dendi, insanın bunu doğru belledi, eriyor mu aklın?
Hiç olur der miydin, Kuvay-ı Milliye'n bile yalan edildi; yazarken, bu kadarı, herhangibir köşesinden geçer miydi aklının?

Sen "değil" demek için "vatan polis copuysa" diye sormuştun bir vakit.
Vatan polis copu oldu Nazım. Kafası yarıldı "selam ettiğin" amele ahalisinin. Çoluk çocuk sokaklara atıldı, itildi, kakıldı, üstünde tepinildi, sesi çıkanın kafasında da cop cop coplar patladı; benim böyle bir solukta sıraladığıma bakma, biliyorum ki aklın ermez senin.

Sen "değil" demek için "vatan amerikan üsleriyse" demiştin bir de...
Ne üssü Nazım, vatan büsbütün amerika oldu... Üs bitti, çünkü heryerde mevzilenildi, "üs"lenildi... O kadar bin metrekare var ki memleketinde şimdi senin, senin insanın memleketinde binlerce metrekareye girememekte, tepemizdeki mendeburlar dibindeki ABD itini el bebek-gül bebek-ballı börek beslemekte, semirtmekte...
Senin gıyabında gazeteler yazmıştı vaktiyle, oysa şimdi ABD karşıtlığına yasalar çerçevesince boy boy ceza kesilmekte.

Olmakta Nazım, hepsi teker teker... Olmakta ve almakta mı o deli dahi aklın ben dedikçe?

Senin döneminden kalma güvenlik gereçleri bile yok ocaklarda şimdi, bilgisayar çağındayız oysa... Adına asilikle ve özlemle  yazdığın insanın hala kara kömüre gömülüyor deste deste, en basit hastalıktan ölüyor; kafasını sokacak delik bulamıyor da, daha sonbahar ayında, insanının onlarcası sokaklarda uyurken donuyor. Senin demeye cüret ettiklerinin yarısını diyebilenler canından oluyor...

Memleketinde deste deste insan ölüyor Nazım, oysa savaş yok, denildiğine göre... Ölenlerin bedeninde, çoğunlukla, kurşun deliğine rastlanmıyor.

Rastlandığındaysa o delikler; siyasi gerekler, uluslararası dengeler ve osuruktan diklenmelerle sıvanıyor.
Ölüler de hiç hesap sormuyor Nazım, ölüler neden konuşmuyor?

Kaç sene evvel kapıları çaldırdığın küçük kız çocuğu, 2010 Mayıs'ının 14'ünde, Aysar Aser oluyor, bedeni 14'üne dek yaşlanıyor, Batı Şeria'da... Artık yaşamıyor... Ölüyor hala...

Ah Nazım, ben daha neler anlatırım da, bilirim sen bu dediklerime inanamazsın. Senin gibi anlatamam elbet de, bilirim konu şayet insansa, sen üsluba takılmazsın...

Bak ne diyeceğim, itibarın iade olundu senin geçen yıllarda, hani '51'de senin keskin talebini kabul buyurup seni vatan haini ilan ettilerdi ya... Hani seni, senin düşüncenle birlikte bu ülkedeki sen düşüncesini de resmen kapı dışarı etmişlerdi ya... İtibarsızdın ya sen bu yolla, fikrin tu kakaydı ya bu vasıtayla... Fikrine zerrece tahamülü olmayanlar o cüreti nerden aldılar bilinmez ama sana iade-i itibar buyurdular.

Valla Nazım, kızma ama gram sevinemedim. Sevinmeyi koy kenara, içimden çok ayıp küfürler ettim. Çünkü inan bana, iadeci merciinin bok dolu zihnini bir bilseydin, "alın o itibarı kıçınıza sokun" derdin. Tam olarak öyle demezdin de benim dilim bu kadarına dönüyor işte, anla... Demem o ki,  her tür riyakar sentetik statüyü elinin tersiyle iterdin, zalimin elini eteğini öpmezdin, o eli elinin tersiyle iterdin, iterdin değil mi Nazım?

Sonra işte başka bir biçimde, başka bir içerikte ama yine çok güzelce "Güzel günler göreceğiz" derdin. Herşeye rağmen diyebilirdin değil mi? İnanırdın da üstelik, inanırdık da biz o vakit, değil mi Nazım? İşte sonra o vakit biz, senin genç kardeşlerin, bu kadar fakru zaruret halde olmazdık değil mi umuda dair? Olmazdık değil mi Nazım?

Leylak görmemişlerimiz kokusunu bilir, tohumun kokusunu burnumuz tıkalı sezerdik.
Gece leylak ve tomurcuk kokardı sonra...
Sonra bir çınar kafa tutuşlarımıza yarenlik ederdi,
Adapazarlı Kambur Kerim, Arheveli İsmail'i kardeş bilirdi, 
Biz onları usta bilirdik.
Ustanın gözü karalığında taka sürmeyi öğrenirdik,
Motorları maviliklere sürerdik...
Sürerdik de mi Nazım?
Süreriz mi biz yine de maviliklere,
Sürebilir miyiz senin 47 yılı dolan gitmişliğinde de ?
..
Ah be Nazım, zamansız gittin.
Ya da bu dünyaya zamansız geldi bizim nesil.
...

Mayıs 31, 2010

İsrail Dibimizdeki Pislik de Siz Kimsiniz?

Basit iyidir fakat herzaman değil.
Yeri gelince yukarıdaki cümlede yer alan fakat sonrası kısma dair de belki bir iki şey söyleyebilirim. Fakat şimdi malum fakatın öncesiyle ilgili söyleneceğim.

İsrail askerleri, Filistin halkına yardım götürme uğraşındaki filoya saldırdı. Tepesine indiği ve içindekilerinin tepelerine bindiği gemi Türk gemisiydi. Nokta.
Olay bu kadar. Kısa iki cümle. Üçüncüsü cümle bile değil, bildiğiniz nokta; imla işareti olan.

Buraya kadar tamamsa, devam:

Bizim insanımız ne tuhaf yahu. Kendi ülkesinde okulda, işyerinde, hastanede, metrobüste; kısacası heryerde 7-24 anası bellenir alenen, bu basit gerçeği görüp ses etme basireti gösteremez de yukarıda adı geçen gerçek kabak gibi meydandayken olayı çok boyutlu düşünme hevesiyle değme stratejisti-orta doğu uzmanını koltuğundan eder, bu yolda saçmalamayı da entelektüalite zanneder.

Arkadaşım, yanlışın var, düşünmemek suç değil; kafan basmıyorsa sus.
Yok ama olur mu, cahili cahil cüretiyle; maksatlısı manüplasyon gayesiyle konuş babam konuş, sabahlar olmasın.

Biri tutar bilumum accountunda, bannerına "Gün gelecek öldürmediğim her Yahudi için bana küfredeceksiniz/ Hitler" notu düşer. Az biraz okumuşu, Hitler'in başına bir de Adolf eklemeyi akıl eder.
Tabii bu esnada Hitler mezarında ters döner "hay sizin kafanıza sıçayım, bu mudur anladığınız, s..tirin gidin adımı ağzınıza almayın" der. Irkçı olum adam, kendisi yerinmemiş bundan, sana ne oluyor bu saatte?

Bir diğeri, Arap milletinin kaypaklığından girer pisliğinden çıkar. "Herifler çorbayı eliyle içiyor baba, ne bok yemeye yardım derdine düştün, sanane" der. Herif sanki çorbalı eliyle seni pandikliyor! Sanane kardeşim, kim nasıl istiyorsa öyle yer yemeğini. İbrahim Tatlıses de viskinin yanında lahmacun yiyor, daha iri bi pislik var mı? Yok bence. Ama asıyor muyuz biz adamı? Ya da sen huzurlu evinden bir tıkla ota boka "ay kınıyorum, ay yapma huylanıyorum, ay iktidarı eleştiren bu vidyoyu hemen beğeniyorum, ay maden kazasında ölenlere acayip rahmet diliyorum" buyurup eyleme sıra geldi mi "ay ama neticede ben bu tarzı anarşik buluyorum" diyince "kaypak lan bu, alın aşşağı derhal" diye biniyor mu tepene madencinin torunu torbası?

Hayır anlamıyorum, derdin bu vesileyle iktidara serzenmekse, bir sor bakalım Recep Bey'e, İsrail Askerleri Konya Ovası'nda keklik avına mı çıkmıştı yoksa pijamaları çekip piknik mi yapıyorlardı. Bi sor yahu, çekinme, atmaca gibisin maşallah!

İnanmayacaksınız ama bir örnek daha var, bizzat ben kendim şahsen iki üç yerde rastladım ve anlamı kuvvetlendirmek maksadıyla ne kadar arasam da, rastlama eylemini abartacak başkaca bir birinci tekil pekiştirmesi bulamadım:
Herifçioğlu "Bizde Pkk ne ise İsrail için Hamas o." diyor. Yani İsrail dalmakta haklı, burdan onu anlıyoruz. Hadi be! Yaw güzel kardeşim, anlıyorsun madem internet deryasından, öyle koca koca laflar etmeden evvel bi "hamas" yazıp gugıla bari danışsaydın. Öncelikle Filistin'in ayrı bir ülke olduğunu, ardından bu fukaranın da bir ulusal meclisi bulunduğunu ve sonra da Hamas'ın bu meclisteki temsiliyet oranını bi öğrenseydin... Desteklersin desteklemezsin, ayrı mevzu, ama bok atma hevesiyle mevzuya bodoslama dalıp bunca cahillik etmeseydin, iyiydi! Hayır şimdi senin kafan mı karışık, için mi bulanık ben tespit edemedim.

O, kafada takke, bas bas bağıran, hu çekip ağlayanlara artık ne desem? Madalyonun bir diğer tarafı da bunlar... Ayıp olmuyor mu efendiler! Daha dün değil miydi insanları canlı canlı yaktığınız, yanık insan eti kokusuyla azdığınız? Made by USA Yeşil Kuşak projesinde az mı adam doğradınız? Cani ruhunuza bu ağlak tavır, nasıl desem, hiç yakışık almıyor.

Bak kardeşim, üşenme, bir dünya haritası aç, İsrail'i bul. Bulamadın mı... Ha tamam gugıl da olur. "Israel Map" yaz. Bak nasıl da mouseun ucuyla tıklanıp sol tuş bırakılmadan olduğu yere çekilmiş ve sabitlenmiş gibi değil mi? Üşenme bir de cetvel bul, bak ne düzgün ülke. Yine yerinden kaldıracağım seni ama gönye de lazım. Ölç bakayım o üçgenin içindeki üç açıyı. Hayret! Sanki sonradan yapılmış, de mi? Çarp bakıyım ABD buyruğu ile o üçgenin deniz tarafını...
Bak bakalım hadisenin çayla çorbayla ilgisi var mı?

Bir de, seni yoruyorum ama yorul bence artık biraz,  bir bak bakalım, bugün sen Yahudilere küfrederken yahut İsrail Hükümetini aklamaya çalışırken, İsrail'de Hükümeti protesto edenler olmuş mu?
Bulabildin mi?
Devam et devam, bulacaksın. Dillerinin ne kadar onurlu ve sert olduğunu göreceksin. Sorunun sadece cahillik ise şaşırıp utanacak; ruhunda beyinsiz bir kurt barınmakta ise "İsraildeki protestocular müslüman aslında" diyerek çamurlara yatacaksın.
 
Biz de anlayacağız.
Dibimizdeki pisliği biliyoruz da sizin kimliğinizi çıkaramadıydık; bu vesileyle anlamış olacağız.

Mayıs 29, 2010

Toki Bey çok müşkül durumdayım

Toki Bey,
Ben geçen gün sizi televizyonda seyrettim.
Daha önce sizi hiç görmemiştim. Bıyığınızı çok beğendim. Ne güzel bıyık o.
Bizi gül cemalinizden buncam zaman ayrı komanıza bir anlam veremedim.

Şimdi televizyonda bahşettiğiniz bir konu vardı, Allah dileyenin bütçesine kaynak yapıyormuş. Siz dilemişsiniz, olmuş galiba, öyle bir şey dediniz. Tam idrak olamadım, konuyu tam açmanız için istirham ettiydim bu mektubu. 

Şimdi ben çok müşkül durumdayım, bütçemdeki açık sürekli kaçıyor. O kadar tutum yapıyoruz ama akşama doğru karnımız acıkıyor. Hayır o değil sade, tüp de bitti.

Yani diyeceğim o ki, bi araya girseniz, bizim bütçeye de bir kaynak şey yapsak.
Okumuş insansınız, hayırlı bir vatan evladısınız, devlet büyüğümüz olarak bi el atsanız? Geri ödemesi var mı, işte efendime söyliyim o geri ödeme ille de bu dünyada mı, mesela diyelim 50bin aldık onu sevaptan düşebiliyoruz mu? Bi de Babamgillerin bir hayratı var köyde, bize bir avantajı dokunur mu acaba? Şimdi sizin demenizle bizimki bir değil tabi. Hani diyorum ki mesela öyle laf arasında durumu bi çıtlatsanız?

Yalnız Toki Bey, inanın çok müşkül durumdayız, görüşmede bunu da şey yaparsanız...

Müspet cevabınızı iştahla bekliyoruz.
Sağlıcakla inşallah.

Mayıs 26, 2010

Edindim. Edinmedim. Edinemedim. Edindim.

Bir kedi edindim. 
Çok mutsuzum çünkü o kediyi edinmeyi asla istemedim. Bitli midir pireli midir, dadandı balkona ve 18 günü geçti harp halindeyim.
İlkin kedinin dalabileceği koordinatları saptayarak o noktalardaki parmaklık aralarını kapattım. Nasıl kapattığıma gelince çok uzun hikaye fakat etkisi düşünüldüğünde, takriben "beton döktüm, duvar ördüm" şeklinde açıklayabilirim. Alaaaah, ben strateji diye buna derim; nasıl keyifliyim nasıl huzurluyum, sırf bu onurlu galibiyetimi kutlayayım ve aşağıda bahçede hırsla volta atan gıcık kediye "naber lan kedi, ezik gördüm seni" diye bakayım diye böyle bir iki günün sabaha karşılarını, şiddetli lodosa rağmen, balkonda karşıladım. Balkona uzanan erik ağacının dallarından tam olgunlaşmamış buruk ekşi erikleri koparıp koparıp o kedi mahlukatına karşı zevkle dişledim; bi kısmını yutamadım, ama çok önemsemdim.Çekirdeklerini ona doğru attım, isabet ettiremedim. Bunu da dert etmedim, neticede balkonda konumlanan bendim.
O günlerden bir pazar günü, balkonda çok kaşındım. Biti piresi aklıma gelmedi değil ama döktüğüm betona, çektirdiğim ezaya güvenerek "yok be ne kedisi, bahara karşı alerjik reaksiyon benimki" dedim. İnanmak istedim.
Ertesi gün, zaten kendi haline de bıraksan sıralama gereği kıl olan Pazartesi günü yani, sabahın köründe ne nane yemeye gidip balkona baktıysam... İtoğlu it kedi, dezenfekte ettiğim kilim üzerinde ağnanıyor. Sen bana bir geldiler! Bütün gün gugılda "kedi kaçırma", "kedilerden nasıl kurtulunulur", "kedi savmak" gibi aramalar yaptım. Verilmiş sadakam var, buldum. Motorsiklet kullanıcılarını da delirtmiş bunlar, işemek mi ararsın, kusmak mı ararsın elalemin motorunu mesken bellemiş bu domuzlar, tüm motorcu forumlarında bu türden tartışma, deneme ve sonuç bildirimleri var. İşe bak, hayatı zehretmiş ahaliye manyaklar. Eşkiya mısınız olum siz nevinden ammeci bir gaz da eklendi mi bana, nefis bir plan yaptım. Evvela çözümü not ettim: Naftalin, sirke, çamaşır suyu, karabiber, fesleğen ve böcek ilacı kokusuna gelemiyormuş bu şerefsizler.
İş çıkışı, beygir gibi koşa koşa yetiştim süpermarkete, kapanmadan. 2,5 lt çamaşırsuyu, 3 kutu naftalin, 1. lt de elma sirkesi aldım. Ha bir de en kedisavarından böcek ilacı... Bence en kralı kedisavar böcek ilaçları. Neyse akabinde tempoyu düşürmeden eve yettim; o hünerli ellerimle önce 2.5 litre çamaşır suyunu boca ettim, sonra sirke, ardından naftalinler için hazırladığım küçük tül keselere naftalinleri doldurup balkon parmaklıklarının dört bir yanına astım. Üstüne de bir kutu böcek ilacı sıktım her deliğe.
Sonra başım döndü, yoğurt yedim.
Sonra, işte bir haftadan fazladır naftalin kokusundan balkona çıkamadım. Sade kedi geldi mi diye bakmak için perdeyi araladım. He he, yoktu, hiç rastlamadım...
Sonra işte dün gece baktım, ordaydı.
Sonra işte allah ne verdiyse cır cır cırladım. Gitmedi göt oğlanı. Sonra su attım. Sonra kaçarken arkasından baktım. Anam o da ne, yatak odası penceresinin pervasından doğru giriyor bu it.
O pervaza sardunya saksıları dizdim. Anneme dedim, onu da geçebilir dedi. Bugün epey düşündüm, balonların içini su doldurup pervaza koyacağım. Hem barikat olacak, hem de o yavşak az inat etti mi patlayıp onu ıslatacak, sırılsıklam edecek; pataklayacak, savsaklayacak, sarsacak, kasacak, tutacak yakasından "ulan lan seni bana parayla mı verdiler lan ibnenin evladı" diyecek gözünü korkutacak.

Ağır hastasın, korkunç problemlisin, kedi! Ailen mailen yok mu lan senin, gitsene yanlarına, ruhsuz pezeveng! Kapıdan kovuyorum bacadan giriyorsun yüzsüz köpek! Hiç mi onur gurur yok sende psişik nalet! Hasta ettin olum beni:  Evin ocağın sönsün, gün yüzü göreme, Mart ayında sivrisinek şeysi dahi bulama inşallah! Alacam ama ifadeni, bok hayvan. Pireli civata, düdüklü makarna, inek arabası.

Kedi aleminin diğer elemanlarını tenzih ederim diyebilir bir insandım ama şu ahval ve şeraitten sonra çok değiştim. Hem tenzih ne be, kaybolsun derhal, serseri.

Normal de bir insandım, haybeye agresyon edindim, obsesyon edindim.
***


Hiç evlat edinmedim.
Sanrım daha da yapamam. Bana ters bu tip olaylar. Usul adap koyup bi yana bir sürü yerde , birden epeyce fazla kere, birden epeyce fazla naneye karşı katmerli asilikler etmişliğim bulunmakta; hiç şüphe yok ki edecekliğim de bulunmakta. Bununla birlikte, sanırım benim içimde bir de,  iflah olmaz bir muhafazakar yaşamakta.
***

Bunu edinemedim ya, sıfatıma tüküreyim.
Şu yaşa geldim, bakkal ve çakkal ahalisinin gözünde "ulan ne esaslı hatun lan" ve benzeri bir yer edinemedim. Sigara alcağım vakit "bana bi paket bıtbıt" diyorum. "Soft mu" denildiğinde "soft değil"; "box mı" denildiğinde
 "box değil" diyorum. Ne kadar dış belirlenimli bir insanım ve bakkalı çakkalı bunu ne kadar iyi biliyor.
Arkadaş benim ailem ben küçükken nerde hata yaptı?
Uf be!
***

Bir şey edindim.
"O şey" bir nedir, kim bilir?
"O şeyi edinme"nin kendisi muhakkak iyi bir şeye delalettir, o kısmı net.
"O şeyi edinme biçimi" ise tadından yenmez.

Yemeyin.
 ...
En kesin yargısıyla geçmişin di'li halinin "Bir insan edindimdir"denilebilir.

Denildi.
Dedim.

Mayıs 24, 2010

Üç ila Beşincinin Gözyaşartıcı Gayreti

 ...
Bursa Spor şampiyon oldu ya, helal olsun. Takımcak taşralılık, tazyikli azim, içli bir başarı öyküsü ve beni hepsinden fazla mest eden marksist futbolcusu Ivan Ergiç ile takdir edilesi bir vaka zannımca.

Yalnız sanıyorum ki bu sonuca gönülden sevinen bir ben varım bir de Bursalılar. (Bursa Sporlular bir kısım Bursalıdan ibaret diye biliyorum? Çok selam ederim.)

Daha evvel bahsettiydim, futbola karşı mesafeliyim. Eş durumundan bir Fenerlilik var fakat  o eş bile bu bağlılıktan son derece şüpheli. Sürekli olarak, beni olaya kapsamak, Fener'e bağlılığımı artırmak için başka takımlar hakkında "bunun antrenörü fetocu, öbüründe 3 tane ABD ajanı var, diğeri işgal yıllarında itilaf devletlerince kurulmuş, ötekisi uyuşturucu kaçakçısı, beriki adam smith çizgisinde" gibi türlü türlü ne idüğü belirsiz argümanlar üretmekte. Akıllı, bir de ben bu nanelere inanmış da esefle kınarmış gibi gözlerimi açıp "yapma ya" dedikçe hevesle uydurmaya devam etmekte.

Gerçi o da ne yapsın, doğduğu gün kulağına 3 kere "Fener" üflemiş ve son 45 yıldır herhangibir yerinde sarı-lacivert renkleri bulunmayan tek bir elbise giymemiş bir dayısı var. Ki bu dayı, beni istemeye geldikleri gün, hızla yüzükleri takıp yerine bile oturmadan babama "ee, siz hangi takımlısınız?" diye sorarak çapkınca göz kırpmış bir insan. Zavallı babam da gençliğinde üç-beş yıl boks yapmış ardından burnu yamulur kaygısıyla bırakmış ve futbol bir nedir tanımamış bir adam. Garibim heyecanlandı bu beklenmedik soru karşısında ve bir anda "Lefter" diyiverdi. Ortamda ses kesilip o sessizlik epey bir sürünce "Bir de Can Bartu" diye adeta inledi. Adamcağız "yeterince tatmin edici bir cevap veremedim, usulünce misafirperverlik edemedim" diye düşünüp üzülmüş olmalı ki, giderlerken malum dayıya kendi yetiştirdiği bir çiçek armağan etti: kaktüs. Damadın halasına da, tutacı ve sivri ucu ağır demirden bir madenci bastonu hediye etti. Şimdi fark ettim de, babam bahaneyle topyekün bir tehdit kompozisyonu yaratmış.  Ah benim ciğerimin köşesi, seni gıdından öperim.
 ***
Yalnız bu arada konuyu da şahane dağıttım, nasıl geri dönecem, nasıl sona gelecem belli değil.
***
Şampiyonluk diyordum, ordan devam ediyorum:
Yahu ne dolaplar dönmüş, ne filmler çevrilmiş; neticede koskoca futbol sezonu bitmiş, Bursa Spor şampiyonluk ipini göğüslemiş... E olayınız buydu, bi allan kulu da bunu konuşsun de mi? Yok anam, bir ben bir de Bursalılar kendi aramızda takılıyoruz. Hayır bana da ne oluyorsa, ben Bursa'yı Bayburt'la karıştırdığını, takımı şampiyon olunca fark etmiş bir insanım.

Fener cephesine bakalım: Aziz Efendi ona buna bok atıyor, yok Rüştüydü yok piştiydi... Fener taraftarı da Aziz efendinin yedi sülalesiyle ilgili fantazi üretiyor. Arada epey yaratıcı şeyler de çıkıyor.
Bence bu cephenin bu davranışı biraz olsun anlaşılır. Kılpayı şampiyonluğu kaçır ve şampiyonluğu kılpayı kaçırdığını şampiyonluk kutlamalarının 2. dakikasında fark et... Kolay şeyler değil, kabul etmek lazım.
Ayrıca komik de bir şey, onu da kabul etmek lazım.

Fakat 3. ila 5. sıra benim yüreğimi dağlıyor.
İkinci olanın, "ay kaydırma yaptım cevap anahtarına işaretlerken yaaa" ucuzluğunda bir bahane üretme gayreti hep olur. Vaka-i adiye sayılır, çok görülmez; bırakınız yapsındır. 10 numara saçmalıyor olsa da hiç olmazsa kendisiyle ilgili sayıklıyordur. Ottur boktur nanedir vs...

Fakat buradan aşşağıda film kopuyor. İkinciden sonra gelenler debelendikçe, böyle benim tüylerim dikeliyor, içim eziliyor.
Demek birinci sıradan uzaklaştıkça gerçeğe tahammül göstermek zorlaşıyor. Tahammül için kendini unutman; sıranı unutman için "birinci diye bişey zaten hiç olmadı ki" gibi davranman gerekiyor. "İkinciye kafam girsin bak gör nasıl düzelecek herşey" psikolojisi de heralde burdan bi yerden türüyor.
İşte bu acz benim içimi eziyor.
Haftalarca, şampiyonluk yarışında götünden ter aka aka beygir gibi koşanlar tuttuğun takımdaki delikanlılar, tribünde anım anım anıranlardan biri de sen değil miydin? Şimdi neden hadiseye bağımsız bilirkişi gibi bakıyorsun? Ya da arada Bayer Munich taraftarı oldun da bize mi haber vermedin?

Ah bu sorular sorular sorular...
Cavabı yok kahretsin, yok işte, tek bir cevabı yok!
Lakin...
Senin de bir kabahatin yok dostum, puslu bir kış akşam üstüsü, göğden ağır ağır süzülen bembeyaz bir kar tanesi kadar saf senin pıt pıt atan kocaman yüreğin...
İnan bana, sorun sende değil, sorun teşkil ettiğin derecede. Özünde iyi bir insansın, maneviyatın kuvvetli, tabiatın sevecen. Sendeki bu hasetlik kalıcı değil, bana güven.
Ama allahın belası hayat böyle, ne olur yıpratma artık kendini, toparlan, bak ağaçlar çiçek açtı, onu bırak erikler oldu, karpuz bile çıktı.
Hem bak çok samimi söylüyorum, sizin takım da fena değil. (Bir iki kıl tip var, onları tenzih ederim)
Yiğitçe çarpıştınız, onurunuzla şey yaptınız ve bir sürü başka şey daha...
Bir çok şeyler yaptınız son tahlilde.
Üzülme ve bunu unutma...
Bunu hep aklında tut ve hatırla...
Unutma; çünkü, ah, işte bu unutturma gayretin gözlerimi yaşartıyor.

Mayıs 22, 2010

Hunhar Hitabet

İnsan kendini bu maksada adasa, işi gücü bırakıp eve kapansa, 8 tane 70'lik devirip üstüne envai çeşit tabletler yuvarlasa da hunharca gerçekleştirebileceği eylem bir, taş çatlasın ikidir sanıyordum. Beher insan, bünyesinde türlü ayrı denklem içerirdi, az sıkınca çok yaratıcı olabilirdi de bu "hunharca" zarfı kıldı, her duruma eşlik etmezdi. Kıçını kaldırıp vardığı eylem birdi, ikiydi.

Hunharca cinayet işleniyordu; bildirirken içlendiren gazete haberlerinde çokça bu nadide zarfa başvuruluyordu.

Cinayet "hunharca" işlenince, TCK eyleme daha çok ceza veriyordu ama mesela başka hadisede 10 lira ile milyon arasında fark gözetmiyordu; Sekizyüz trilyonluk da karşılıksız çek keşide etsen hunharca ticaret eylemiş sayılmıyordun. Yani kıçını da yırtsan, adam madam doğramadıkça hunhar olamıyordun. Bir haddi bir hududu vardı, kişilikli ve seçiçi bir zarftı.
Tahsilim vardı, müfredattan biliyordum.

Bir de hunharca sevişiliyordu. Böyle sevişenler, hunharca yapılabilecek tek şeyin bu olduğunu sanıyor "hunharca"nın kelime anlamını da bu cümlenin gelişinden çıkarıyorlardı.
Okumuşluğum vardı, roman moman, ordan biliyordum.

Fakat buraya kadarmış.
Zavallı aklımın miadı 2010 Mayısıymış.
Olan biteni kavramak için vücudun omuz üstü bölgesindeki bi iki civatayı gevşetmek farzmış.

Şimdi hazırım ve sormak istiyorum:
Ne içtiniz siz?
Ne kullanıyorsunuz, samimiyetle merak ediyorum.
Yahu öldü insanlar be, var mı ötesi berisi, neyin polemiğini yapıyorsunuz?
"Kader de kader, kader de kader"
Tamam orasını anladık, medyada size düşman bi iki köşe yazarı var,  böylesi dramatik bir olaydan nemalanmak gibi aşağılık bir yola girmişler, bi naneneden anlamazlar, oturdukları yerden çay kahve içip konuşurlar; demokrasiye karşıtlık, maksatlı yayıncılık, darbe planlamacılık, yardım yataklık... Tamam ulan tamam!

Eee? Sonra?

Sonuç ne sonuç, sonra ne olmuş?
Ölenler diyorum, cennete mi gittiler, huriler nuriler, self servis açık büfe mi, ne?

Kıvrım kıvrım kıvranıyor insanlar, yalan da olsa "Yedik bi bok, bi dahakine önlem alırız" diyeceğinize "Kader bu kader. Dedim zaten dün ben, o kanaatimi aynen muhafaza ediyorum, ben herşeyi biliyorum, zıt düşünceyi sevmiyorum, tarzımı korumaya gayret ediyorum" ayakları yapıyorsunuz.

Ne yalan söyleyeyim, derin izler bırakıyorsunuz.
"Hunhar"ın kendisine " yok lan abartmayın, o kadar gözü dönmüşlük içermiyorum" dedirtiyorsunuz. 
Şimdiye kadar hunharca yapılmış ne varsa, hepsini tahtından indiriyorsunuz.
"Hunharca" zarfını, olduğuna olacağına pişman ediyorsunuz.

Mayıs 20, 2010

Budur: basbakan_mahrem_carpicitepisme.jpg

Fotoğrafı internette dolaşıma soktuk efendim. Çok tıklansın diye de dosyanın adını "basbakan_mahrem_carpicitepisme.jpg" olarak değiştirdik.

Aferin evladım. O sağdaki el kimin?

Hangisi efendim?

Şu amelenin omzundaki? Benim mi o?

Yok efendim, haşa, arkadan sarılmışlar. Baksanıza üstünüz başınız tertemiz apak.

Ha, yani sarılmadım, biliyorum. İndipendıtı naptınız?

Görüştük efendim. Valla son anda yetiştik ama hallettik. Başta mırın kırın ettilerse de "tüm gemilere Tayland Kralı Bhumibol Adulyadej haciz koydurdu, 3 gün içinde Hazar Denizi'nde satışa çıkacak gemicikler" diyince yola geldiler. Açıklanan zengin liderler listesinde yok yani adınız.

İyi olmuş, aferin. Tayland Kralı nedir peki?

Valla biz de bilmiyoruz. Attık öyle bişi ama varmış meğer. Hatta indıpendıtın listesinde en zengin lider görünüyor. Görünce biz de şaşırdık. Tesadüf işte.

Neyse, şimdi sen bu fotodan kaliteli bi çıkış al, çerçevelet, törenle samimi olduğum ameleye verelim. Elimi öpmeye filan kalksın, ben öptürmeyeyim, candan bi itiş kakış el ense ortamı yaratalım. Sonra bana çorbacıda çorba ısmarlasın, benim param çıkışmasın, o ödesin.

Hangi ameleye efendim?

Elimi omzuna attığıma.

Ama o el sizin değil ki.

Değil tabi dangalak. Sen dediğimi yap.

Peki efendim. Başka bir emriniz yoksa ben müsadenizi istiyim.

Yok yok, çık sen. Ben de bi iki madenci şiiri ezberliyim.

Bir Koku Alıyor musunuz Sayın Başbakan?

Sayın Başbakan, oldu mu şimdi bu?
1 Mayıs'taki şeytani taktiğinizle ayak takımının gönlünü kazanmışken, bu talihsiz açıklamanız zora sokmadı mı şimdi cümlemizi? Hay allah, al başına belayı. Hayır olur olmaz konuşup duracaklar; yazanı, çizeni, gıdaklayanı, havlayanı... Tam da referandum üstü. İşin yoksa uğraş dur.

Ya ben anlamaz mıyım sizi, eli yüzü kapkara bir sürü adam, yol yorgan bilmez anası danası, sümüğü burnunda kurumuş kızı kızanı torunu torbası toplaşmış dövünüp duruyor, yer deseniz allan dağı... Yorgan mı ne? Hani işte yol yorgan denir ya, usul nizam muadili... Ah tabi tabi yordam... Kafa mı kaldı efendim, inanın anlattıklarımdan kendim tiskindim anlatırken. Hayır midesi almaz insanın bir kere, haklısınız, ama keşke az biraz daha dişinizi sıksaydınız, o lafı zikretmeseydiniz.

Şimdi ne kaderciliğimiz kalacak, ne işçi düşmanlığımız... Özelleştirmeden girecek toblerondan çıkacaklar. Ha pardon, taşerondan çıkacaklar... Dillerine bi doladılar mı  lak lak lak, susturabilene aşkolsun, maşallah pabuç kadar dil var topunda. Velhasıl kafa şişerecek, can sıkacaklar tam da morotoryum öncesi... Hay  ağzımdan yel alsın, ne morotoryumu efendim, referandum diycektim... Ne diyordum, zamanlama tatsız oldu yani başka zaman olsa kim takar, bizim toplumda gram hafıza yok biliyorum. Ha hah ha, hatta anasına sövdüydünüz bir ara da o ara hangi ara şimdi sorsanız bir tanesi hatırlamaz. Yok canım, fikrinize katılmıyor değilim elbette, öyle ifade ettiysem mazur görün, bittabi ben de aynen sizin gibi düşünüyorum. E giriyorsan o madene al kardeşim önlemini. Bi okunmuş prinç yut, donuna monuna bi iki muska iliştir, hadi hiç bişi yapamadın iki sure oku... Ha hem bunları yapmıycan hem ölmek madencinin kaderi diyince alınacan. E olmaz tabi, nankörlük. Aınmaca darılmaca yok kardeşim, sizin kaprisinizle mi uğraşacak koskoca Başbakan? Bir naneye yaradığınız mı var ki iki sene önce ölünce kıyameti koparıyorsunuz, köylü kafalılar koskoca Başbakanla bir iki yılın pazarlığını yapıyorsunuz. Ha? Ha pardon Sayın Başbakanım, tamam sustum, yani ben öyle hidetlendim ki, ondan öyle kaptırdım gidiyorum. Efendim? Gayet tabi gayet tabi, derhal...

Alo, kızım şu gasteyi ara bizim muhabiri yollasınlar; ha bir de meclis kuaförünü ara, yastık mı mastık mı işte ne diyorsanız o gözü kaşı boyadığınız şeyleri toplasın gelsin. Bi de tepesi ışıklı sarı takkeler var ya... Tepsi değil tepesi tepesi... Alık mısın yavrum sen az, duymadın mı hiç? Işıklı takke ya, hani işçilerin giydiği...Ne? Baret mi? Aman her ne naneyse. Bul getir işte birtane. Hasbinallah ve nihayettin.

Herşey tamamdır efendim. Valla sıyırdık paçayı, allah sizi başımızdan eksik etmesin.

Yalnız Sayın Başbakanım, valla fikir dahiyane de, merak ettiğim bir husus var izninizle, ta Zonguldak'a kadar gitmişken bi işçiyle neden çektirmediniz yanak yanağa bir foto? Haaa, e tabi, bişey sanmasınlar kendilerini, çok haklısınız. Nee? Ay bi de kokuyorlar mıydı?
E ama siz taa geçen yıl buyurmuştunuz;ayaktır, kokar.
...
Sa...Sayın Baş... bakan... Bir koku alıyor musunuz?
Boğucu bir koku.
Soğuk.
Nefessiz bırakıyor insanı. Bir cam mam açmalı...

Fakat nafile, dışardan geliyor bu. Gülsuyu mülsuyu bişi getir kızım, bayıldık burda...

Ölü mü dediniz? Ölü kokusu mu bu? Ben ölü görmedim ki hiç, nasıl kokar Başbakanım? Başbakanım benim bıyığım terleyeli ne kadar oldu ki, benle ölüm arasında bir asır var, ben nerden bilebilirim ki?

Yalnız bu ölü kokusu boğucu.
Kızım nerde kaldı gülsuyu?
Ağırlaşıyor gitgide, oturdu yutağıma.
Sanki ölüler yapıştı yakama.
Kızım gülsuyu?
Kızım ner...

Mayıs 19, 2010

VOLVERAN! (ve ABD, senin yatacak yerin yok)

ABD, özelleştirme ve balkona dadanan kedi nedeniyle son haftayı "bir insan nasıl katil olur" sorusuna son derece tatmin edici sayısız cevap bularak tamamladım.

Yenilik arz eden konular, özelleştirme nanesi ile balkonuma dadanan bitli kedi. Ama onları şimdi anlatmayacağım.

ABD meselesindeyse bir yenilik yok aslında. Ama bunu şimdi anlatacağım.
Takip edebildiğim kadarıyla ne yeni bir ülke işgali var, ne atla arpayı dövüştürüp "aa hiç yakışıyor mu güzel güzel oynasanıza, bak ayırırım sizi" taktiğinin yeni bir örneği... Bu sessizlik de hayra alamet değil ya, yakında çıkar kokusu...

Dediğim gibi, ABD, hernekadar bu son bir hafta içinde '0' km bir vahşet olayı yumurtlamamış olsa da, ben yine de çok sinirliyim kendisine. Evvelki icraatlarının hatırlanması bile yeterince çileden çıkartıcı olabiliyor, zira adamlarda stok muazzam.

Stoğa el atıyoruz, korkunç bir riya ve vahşet hikayesi çıkartıyoruz.
Başlıyoruz:

Yaklaşık 12 yıldır ABD'de tutuklu bulunan 5 Küba vatandaşından biri olan Ramon’un eşi Elisabeth Labañino 18 Mayıs'ta Türkiye'ye geldi. 12 yıldır eşini çok çok 12 defa görmüş, 12 yaşındaki çocuğu babasını hiç tanımamış bir kadın. Elisabeth bu konudan bahsederken Gerardo ve Rene'nin 12 yıldır eşlerini ve çocuklarını hiç görmediklerini ve ABD'nin koyduğu bu görüşme yasağının halen sürdüğünü belirtmeden edemiyor. Bu bilenmiş naiflik insanın canına okuyor.

O anlattıkça bilgi tazeleniyor, meselenin insani boyutu tazelenen bilgiyi sarıp sarmalıyor, kan beyne zıplıyor, insanı "Kendisine sayısız kez tecavüz eden amcaoğlu ABD'yi (234) kulağından içeri kızgın yağ dökerek öldürmek suçlamasıyla gözaltına alınan" genç kadının cinnetini anlamaya yakın koordinatlara sürüklüyor.

Duygu patlamalarını bir kenara koyarak anlatmak anlatmak anlatmak gerekiyor.

Çok kısaca özetlemek gerekirse, beş Kübalı, Küba karşıtı terör eylemlerinin merkezi olan Miami'de ülkelerine karşı planlanan terörist faaliyetler konusunda bilgi toplamak amacıyla ABD'de bulunmaktaydı. Ulaştıkları verileri hükümetlerine bildirdiler ve Küba da bu verileri ABD hükümeti ile paylaşarak kendi sınırları içersindeki bu faaliyetler konusunda önlem almasını istedi.
Sonuç mu? 
Şöyle:
Vay efendim öyle şey olur muymuş?
Küba da amma atıyormuş, bütün bunları da nerden çıkarıyormuş?
Yahu bunlar resmen içişlere burun sokuyor, ülkeye ajan sızdırıyormuş!
Du bi dakka, bu casuslar bizim şu beş Kübalı olmasınmış?
Aha, valla da onlarmış, bu halde kendilerine her tür işgence müstehakmış.
Ayrıca çete denilen o saygın insanlar aslında özgür Kübalılarmış ve haklarında iftira etmek çok ayıpmış, şu adalılar ne geri kafalılarmış, medeniyetten de şuncacık nasibini alamamışlarmış...
***
Sadece yargılamanın başlaması 17 ay sürdü ve hapisane hücrelerinde "tutuklu" olarak geçen 17 ayın ardından, Miami'de nihayet başlayan yargı sürecinde Küba Beşlisi sayısız kez Miami'de yapılacak yargılamanın tarafsız olamayacağının altını çizdiler. Dikkate alınmadılar. Hatta bir ara jüri üyelerinin de canına tak etmiş olmalı ki, mahkemede, tehdit aldıklarını belirttiler, etkisi olmadı. Muhalif hakimlerin "Mahkeme yerinin değişimi için sunulan kanıtlar muazzamdı" değerlendirmesi tutanaklara geçti ve fakat hepsi bu...Yargılamadan toplamda 4 müebbet ve 77 yıl hapis cezası çıktı.

İlginç olan, Küba Beşlisi "Casusluk" suçlaması ile yargılanamadı. Çünkü Pentagon'da en üst düzeylerdeki istihbarat yetkililerinden biri ilgili belgeleri inceledikten sonra bu bilgilerin herhangibir askeri-ulusal gizli bilgiyi içermediğini ifade etmek durumunda kaldı. 3 emekli Kara Kuvvetleri generali ve bir emekli amiral de mahkemedeki tanık ifadelerinde aynı yönde beyanda bulundu.
"Casusluk için Komplo kurmak" la suçlandılar.
Evlerden uzak, casusluk için komplo kurmak casusluğun kendisinden bin beterdi. Bugün komplo kuran yarın neler kurmazdı?
Silahsızdılar.
Ama ne farkederdi? Bu ucubelerin silaha ihtiyaçları varmıydı ki? Bunlar su altında 58 gün nefessiz kalabildikleri gibi bi-iki ıkınma ile kulaklarının hemen arkasında yer alan kırmızı gözlerinden zehirli oklar atabilmekteydi.
Ayrıca Kübalı olmaları, ülkelerini savunmaları, dahası -dilim de varmıyor o uğursuz adını demeye ya- sosyalizm fikrinin kanlı canlı-elli ayaklı örneklerini oluşturmaları, kellelerini o bedenlerden ayırmak için yeter de artardı; artanıyla Fidel'e bi suikast filan planlanırdı.
Yok ama ya, ölmeleri çok da amaca uygun olmazdı. Bunları kafese koyup ibret-i alem için köy köy gezdirmeli, Küba "tamam söz özgürleşiyorum derhal" diyene kadar da, bi gram taviz verilmemeliydi. Değil avukat, ailelerini dahi görememelilerdi, zaten bu imansızlar aile kavramının da içine etmişlerdi, bu onlara revaydı ve amaca giden her yol mübahtı.
***
Küba Beşlisini casus ilan etmeye yetmeyen bilgi ve belgelerin pek çoğu Küba karşıtı çetelerin terör planlarına işaret etmekte, hadisedeki CIA parmağını anlamak için 3 yaş ve 4 iq kafi gelmekteydi. Bu konuda kılını kıpırdatmayan ABD ya gerzekti ya da iblisin kendisi...

***
Konu ile ilgili avukat bir arkadaşımla sohbet ederken "ne coğrafya ne de tarih açısından bu kadar uzağa gitmeye bile gerek yok. Baksana Ergenekon Davası'na, hukuksuzluğun eşkiyalığın bini bir para" dedi. Haklıydı ama bir fark vardı. Bizim ülkemizde, kendi elleriyle kendi vatandaşına bu terörü uygulayan hükümetin kendisiydi; Küba Hükümeti ise Beşlinin maruz kaldığı hukuksuzluk ve vahşilik karşısında, vatandaşları için dünyayı ayağa kaldırmaktaydı .

***
Kabalaştırdığımı mı düşünüyorsunuz? Belki biraz, ama sadece "anlatmak" eyleminin doğasındaki doz kadar... Doz aşımı anlatım üslubumdan değil olayın kendisinden kaynaklanıyor. Binlerce detay var ve tüm bunları yazabilmem imkansız*. İki nedenle: Birincisi gerçekten binlerce detay var... İkincisini ise Naom Chomsky demiş zamanında, ona katılmaktan daha etkili ifade edemem: "Küba Beşli'si ile ilgili öyle bir skandal yaşanıyor ki üzerine konuşmak çok zor."

***

Dünya çapında, aralarında nobel ödüllü çok sayıda aydın, sanatçı, yazar olmak üzere milyonlarca insan, ABD'de yargılamanın yapıldığı mahkemeye bağlı çalışan hukukçular olmak üzere binlerce hukuk insanı, hukuk örgütü, onlarca ulusal meclis Küba Beşlisi ile ilgili olarak gerek hukuksal sürece müdahale gerekse politik baskı anlamındaki çalışmalarını sürdürüyorlar.

Beşli'den Gerardo Hernandez Eylül 2008 tarihli mesajında şöyle diyor:
"... Onlara kalsa herşey olduğu gibi kalır, ölüm beni iki müebbet hapisten kurtardıktan sonra kemiklerim Küba'ya gönderilirdi... Biris yakınlarda ''Yüksek Mahkeme şimdi son sözünü söyledi'dedi. Ben olsaydım 'sondan bir önceki söz'derdim. Küba Beşlisi davasında son söz sizlere, Küba'daki, ABD'deki ve dünyanın heryerinde bulunan, geçen bu yıllar boyunca cesaretimizin kaynağı olan kardeşlerimize dayanıyor. "

2009 yılında Ramon, Antonio ve Fernando yeniden yargılanarak cezaları kısmi indirimlere uğradı. Bu gelişmede sözü edilen desteğin payı büyük.

Beşli'den Ramon’un eşi Elisabeth, Küba karşıtı çok sayıda adi suçluyla birlikte tutulan eşinin can güvenliğinden kaygı duyduğunu belirtiyor ve içini rahatlatan tek şeyin dünya çapındaki yoğun destek olduğunu ifade ediyor. Çünkü 3 kişilik jüri heyetinin "Mükemmel Kasırga" olarak adlandırdığı davada, bu kasırgayı alevlendirecek provokatif bir adım atmak, artık ABD'nin pek de işine gelmiyor. "ABD cezaevlerinde görüldük şey değilmiş, binlerce mektup alıyorlar ve bu destek dahi, eşlerimize manevi güç vermenin yanısıra, düşmanlarında da şaşkınlık ve temkin yaratıyor" diyor Elisabeth.

Yılda bir eşini ziyaret edebildiği için şanslı sayılan Elisabeth, ziyaret esnasında birbirlerine dokunmalarının yasak olduğunu söyüyor bir soru üzerine. Bir bunu söylerken gözleri doluyor. Bu bilenmiş naiflik insanın canına okuyor. Dinlerken aklı tazelenenlerin gözleri Elisabeth'ten daha çok doluyor, ama gözlerinden daha çok doluyor içleri öfkeyle ve öfkeden daha çok doluyor yüreklerine umut...
Geri Dönecekler!
VOLVERAN!
--------------------------------------------------------------------------
Vahşetin kural olduğu ve kanıksandığı bu dünyada vahşetin kendisi çok da hayret uyandırmıyor haliyle... Zaten mesele, vahşetin karşısında takınılan onurlu tavır, küçücük bir ada ülkesinin ve o ülke insanlarının onurlu asilikleri. Kendilerinden emin kafa tutuşları, mücadeleleri... Hem de SüperGüce karşı, olacak iş değil gibi...
Deliler mi dersiniz?
Bacak kadar boylarıyla kime mi güveniyorlar?
Bize...
Biz de onlara...
Sadece insan kalmak; onur, hakkaniyet, adalet gibi değerlerimizin bu boktan dünyada yitip gitmesine izin vermemek için bile Beşli'ye ses vermek gerek. Bu ne Küba Beşli'sine, ne Küba'ya ; bizim kendi insanlığımıza olan borcumuz.

ABD'ye bi çimdik atmak, Beşli'ye ses vermek istersiniz belki:

Gerardo Hernández                                    
No:58739-004
U.S.P. Victorville
P.O. Box 5300
Adelanto, CA 92301
USA

Antonio Guerrero
No: 58741-004
USP Florence
P.O. Box 7000
Florence, CO 81226
USA

Ramon Labañino(Luís Medina)
No:58734-004
U.S.P. McCreary
P.O. Box 3000
Pine Knot, KY 42635
USA

Fernando González (Rubén Campa)
No:58733-004
F.C.I. Terre Haute
P.O. Box 33
Terre Haute, IN 47808
USA

René González
No:58738-004
FCI Marianna
P.O. Box 7007
USA
Marianna, FL 32447-7007
USA
----------------------------------------------------------------------------------------------
*Merak ve ilgi uyandıysa bi zahmet şurlara zıplayın:
Küba Beşlisi Resmi Sitesi