Haziran 17, 2010

Vay be Sibel, Sen ne Arnaymışsın!

Size şoke edici bir iki gerçeği açıklıyorum:

En acayibinden başlıyorum:

1-Sibel Arna'ya coşkunca bağlı, saygıyla aşık, sayıyla tamıtamına 3 (üç) adet insan evladı var.

2- Bu üç insan evladının bilgisayarında "Sibel Arna" süzgeci var ve alarma bağlı. Herhangibir sitede muhterem şahsın adının geçmesi halinde alarm ötüyor ve bu 3 aklı evvel, bilgisayar başına küfre koşuyor.

3- Koşmak ve küfretmek konusunda ne denli heveslilerse, yazmaktan o kadar anlamıyorlar. Daha vahimi, korkarım alarm dışı sesleri hiç algılayamıyorlar. Sanırım bu yüzden hem "yakıştıramadım" şeklindeki naif eleştirel değerlendirme kutusunu tıklıyor ve devamında "Sibelin boklu donunu kokla, hak ettin sen bunu .mına godugumunununun piçi" diyerek kaynama noktasında bir tuhaflığa imza atıyorlar. Olum ya yakıştırama ve bitir ya da küfür et yedi kamyon; ikisi bir arada çok ahmak duruyor.

4- Anılan 3 misyoner, okuma sevmiyorlar. Belki anlasalar severlerdi ama kavrayış kıtlığı nedeniyle okumadan soğumuşlar, açık. İçim ezilerek söylüyorum ki sanırım bunlar kronik Siber Ayna hastalığına tutulmuş. Güneş evvel zamanda bunlara bi komuş, düşünsel melekeler sizlere ömür... Düşünsenize, kafatasının içinde bir kap su muhallebisi taşımak... Ayy, kötü oldum, dostlar alışverişte görsün namına acil şifa diliyorum.
...
Ben bu hususları nasıl mı saptadım?
Anlatayım:
Ekşi Sözlükte bir önceki yazıya link verilmiş.
Linki veren yazar durumu bana bildirmeseydi ben hadiseye hayatta aymazdım. Değil yazı yazmak, sözlüğe verilen hazır linki tıklamak konusunda bile yetenek itibariyle tamtakırım. Neticede herkesin bir eksiği var; kimi teknolojiden anlamaz, kimi çizgisiz kağıda düzgün yazı yazamaz, kimi cinsel hayatında bamya ile bile yarışamaz... Rahat olmalı, öyle değil mi? Yoksa maskara olursun.
Fakat a dostlar, bunlar on numara rahatsız. (Bamya konusunda bir gönderme yok)
Sanıyorlar ki bloga link verilen yerle bu blog aynı yer. Alarm geldi ya bi kere! Döner bıçaklarıyla oturdular "net" başına. Okumak anlamak hak getire!
  • Olum ben kadınım lan, iki satır okusan anlardın. Bak, çok uçuk triplere giriyorum, bana "adam" diye küfretme, o durumda asabileşiyorum! Israrla öneriyorum: Öyle her naneye cahil cahil zıplama. Allah muhafaza, tenhalarda kesiverirler.
  • Malum linki veren adama küfür ediyorsan, bu araziyi kullanma; tarlanı nadasa sürerler, elaleme rezil rüsva ederler.
  • Ayrıca adama da küfretme, tatminsizliğini bir çakarsa dilini kesip şeyine ekler. Polat Alemdar o; hissediyorum.

Ama ah o benim dizginlenemez merhametim.
Ah o soylu  yukardan bakma geleneğim...
Affediyorum...
Çünkü, kahretsin, biliyorum. Sizinki de ekmek parası, sizleri anlıyorum... Hakkınızı arayın çocuum: Arna'ya söyleyin fazla mesainizi kesmesin; izin günlerinizde size teknesini tahsis etsin. Sodeksolarınıza zam yapsın. Çoluk çocuğunuza kreş açsın.
Hadi gidin şimdi ona diklenin.
...
Yalnız bir daha küfür ederseniz, şeyinize biber sürerim.
Sırası geldi diye diyorum, yoksa tövbe billah demezdim, arkam kuvvetli, alayınızı ipe dizerim.

Kuru bamyalar sizi, hadi evlerinize şimdi!

--(malum yorumları sildim, çok şekilsizlerdi. bende saklılar, dileyenle paylaşırız.)

Haziran 16, 2010

'Siber Ayna'kader değil:12.00-14.00 arası güneşe çıkmayın!

Sibel Arna adlı hatun kişi, Hürriyet adlı bol yazarlı gazetenin 1623 köşe yazarından biridir. Ben bu gerçeği yeni öğrendim fakat 1622 boğaz varken 1623.nün lafı mı olacak diye düşünerek bu yeni bilgiyi hiç yadırgamadan ve derhal kavrayıp benimsedim. Çok çok sofraya bir tabak daha konacaktı, ha bi eksik ha bi fazlaydı, o tencere her halükarda kaynıyordu hesabı...
Bu Ablamız -ya da Arnamız-, "Dokuz aylık bebekle mavi yolculuk" başlıklı bir yazı yazmış Hürriyette bikaç gün evvel. Allahım ne fırtınalar kopartıldı. Bir dolu kalem, hatunun üzerine şarjör boşalttı. Tabur tabur olayın üstüne atlandı ve "Birleşik Dadılar ve Bakıcılar Derneği"nin onursal başkanı edası takınılarak ablamıza tehditkar, ikazcı iri parmaklar sallandı.
Lakin gelin görün ki, bir insan evladı da çıkıp olayın aslını araştırmadı. İçerimdeki Derman Ana hadiseye çok içerledi ve konuyla ilgili yazılmayanları yazmaya, söylenmeyenleri bağırmaya karar verdi. 
Derman Anaya sansür uygulamak da bana yakışmazdı. Bırakayımdı bağırsındı. Sibel Arna'nın köşe sahibi bulunduğu bir ülkede Derman Anaya susamlı, çıtır, uzunca bir kenarı ödünç vermenin lafı olmamalıydı.
E, o vakit, hadi hayırlısıydı...
...
Derman Ana başladı:
"Kadın cinsi doğurgandır. Doğurunca o kadın artık anadır. Ana dediğinin yüreği pembeleşir, şefkati depreşir. Kadın ana olunca acımasızlığı silinir, vicdanı hacimlenir. Anlayışı artar, sabrı pekişir. 
Yanları yağlanır, göbeklenir, fakat bunun konuyla ilgisi yok.
Çünkü Arna kiloları vermiştir, her ropörtajnda da dikkat ve özenle bu gerçeğe işaret etmiştir. Bu çok yönlü azme rağmen kendisiyle 'çirkin' diye maytap geçenler bi damla erdem sahibi olmayan sığ artı şekilci kişilerdir." 
Derman Ana devam etti:
"Sayın Arna baştan belirtmiştir: Yolculuktadır; yolculuğu mavidir. Belli ki teknededir. Henüz yaşına girmemiş bebeğiyle bu türlü bir tatile çıkmak deliliktir, bunu da kabul etmektedir. Elbet delilik de o kadar uzun boylu değildir, madem öyle delilik edilecektir bari dadı gelsindir. Olay teknede geçmekte iken iş icabı mahalde bulunan dadı dalgasını geçmektedir. Dadı dalgasını geçtikçe Arna daha yaşına girmemiş bebeğini eylemek zorunda kalmakta ve netice itibarıyla denize bile girememektedir. Olay teknede geçiyor, dadı dalgasını geçiyor, Arna günlerini denize giremeden tekne tepesinde geçiriyorsa ve o tekne iklimin abartılı sıcaklarının göbeğinde bulunuyorsa; nedir?"
sualiyle sarstı bizi  Derman Ana ve soluklanmadan cevap eyledi:
"Teknedeki o zavallı başı güneş iğfal etmiştir. İğfal edilen o başta artık baş değil hoşaf çalkalanmaktadır ve bu ahval kişinin akli ehliyetini dibine kadar yok eden bir modern çağ hastalığıdır: SİBER AYNA. Dedelerimizin "beyin içi iletkenlerin oksitlenerek turşulaşması" olarak tarif ettiği ve adına "Güneş Çarpması" dedikleri vaka Küresel Isınma Çağında işte bu raddeye varmış, bu "daha münasip" adı takınmıştır. 

Kişi bu illete tutulduğunda gerçeklik duygusunu yitirir, siber dünyaya yerleşir. Hayli eblehleşir ve dünya adeta bir ayna gibi baktıkça ona kendi eblehliğini gösterir. Artık kişi yoktur; Siber Ayna vardır. Sanki herşey kişi kadar saçmadır. 
Kişinin dışkısı, idrarı kadar likittir ve hasta çok sık aralıklarla hacet giderir. Hastaların önemli bir kısmı kakasını tutamaz, altına ediverir. Yoğun mide bulantısı ve gürültülü öğürmeler başgösterir. Neticede insafsız cırcır ve istikrarlı istifra sıklığı bünyede aşırı su kaybına neden olur; beyin cevize kadar küçülür. Yapılan bilimsel araştırmalarda hastaların %76'sının kendisini Pekin Ördeği sandığı saptanmıştır. 
Bu denli ağır bilinç kaybına neden olan bir illete tutulduğunuzda dadınızın pille çalıştığını sanmanız, deyim yerindeyse, hafif bile kalır. 
Derman Ana bu noktada kendini tutamadı, subjektiviteye yelken açtı:
"Öte taraftan, Siber Ayna hastalığı da bir yana; iş icabı mahalde bulunan bir kimsenin teknede denize girmek istemesi, çoluğunu çocuğunu özlemesi, kocasının yanında olmasını hayal etmesi gibi durumlar en hafifinden, abesle iştigaldir. Yahu gel de sinirlenmedir, bu dadı milleti de amma kara cahildir, okumayı geçtim ama bu camiada hiç Cem Karaca da mı dinlenilmemiştir? İşçisin sen işçi kaldır. Göz belerterek cık cık cıktır.
Ama, sizi temin ederim, Arna kızımın dediklerinin arkasında bu kadarcık bile bir meydan okuma yoktur. Arna kızımın beyni haşlanmış, bulunduğu mekan itibariyle kendini -Pekin Ördeği olmasa da- Kaptan-ı Derya  sanmaktadır. Garibim, Siber Ayna'ya tutulmuştur ve bu nedenle gerçek şudur: Yazıyı yazan Sibel Arna değil Siber Ayna'dır.

Yoksa Arna kızım bir anadır. Ana dediğinin yüreği pembeleşir, şefkati depreşir. Kadın ana olunca acımasızlığı silinir, vicdanı hacimlenir. Anlayışı artar, sabrı pekişir. Güneşin çarpıcı etkisini ve analığın bu yapısal erdemlerini hesaba katmadan saldırmak, mazlumun ırzına geçmektir.
Bu gerçekleri düşünmeden taaruza geçmek vicdansızlıktır, dar bakışlılıktır, cahilliktir."
diyen Derman Ana sözlerini şöyle noktaladı:
"Siber Ayna'lık kader değil: Bu sıcaklarda 12.00-14.00 arası güneşe çıkmayın!"

Haziran 08, 2010

Sağnak Yağışta Deve Depesiceler!

Diyeceklerinizi biliyorum, ama sakın ha, ağzınızı bile açmayın.

Valla acaip pis bir modumdayım, anam avradım olsun bi ikinizi rambo pıçağımla doğrarım.

Bu da mı hükümetin suçu ulan, kanser ettiniz kabineyi lan toptan!

Yaw bi kere de şükredin ya, bu ne yediği kaba sıçmacılık bu ne arsızlık!

Çıkar at o at gözlüklerini de bir dünyaya bak dünyaya!
Millet içecek su bulamıyor efendiii!
Seninse tepene rahmet yağıyor, yok anam, yok yaranılmıyor.
Ne bekliyon? Karı mı yağdırayım gökten, onu mu istiyon? Cenabet şeytan seni!

Hayır yağıyorsa da bi bildiği var, senin itaatsiz vicdanını yıkamak için mi yağıyor sanıyorsun sen, imansız?
Bizim yüzümüz suyumuz hörmetine hep bunlar! Az şey mi, son iki günde İstanbul'da metrekareye 135 kg. yağış düştü, boru mu!
Hadi buyur yetki sende, al bakalım ne yapacan? Değil iki gün iki yılda yağdır 20 kilo, Taksim Meydanı'nda anım anım anıracam, şerefsizim yapacam. Hadi!
Yemedi di mi, yemez tabi?
Sen yattığın yerden anca konuş.

Yok dere taşmış da yok işçi boğulmuş da, yok ölen işçiyi de taşeron çalıştırıyormuş da... Ba ba bak! Yahu ne alakası var, sizin hayal gücünüzün ta göbeğine sıçayım, e mi! Taşeronlar kadar taş düşsün çenenize!

Allama kitabıma güdümlü halksınız lan hepiniz. Size laf yetiştirmeye mi çalışacam lan ben iki güne bir. Hadi sktirin, hadi hadi hadi yallah...

Sürdürüyorum lan topunuzu Sahra Çölü'ne, hadi bi gidin de bi akıllanın bakalım. Serap hadisesi de hikaye ha, yok öyle bişi, şimdiden diyim.
(Yalnız develeri ellemeyin, çok günah o.)

Haziran 06, 2010

Perdelere Kıymayın.

Biri üfledi dışardan, içerde perde havalandı. Kafama geçti havalanan perde, fakat endişeye mahal yok zira sigaram da perdeyi yaktı.
Bakındım, kimseyi göremeyince anladım. İçerime üfleyen sapkın bir insan evladı değil rüzgardı.
Lodostu yahut poyrazdı... Hangisi nerden eserdi, hiç bilmiyordum ve zaten farketmezdi. Üzerine düşünmek anlamsızdı, öyle düşünüp üzerine düşünmemeye karar verdim. Olay basitti: Perde kafama geçmişti sigara da perdeyi havalandığı koordinatta benzetmişti. Hayat gibiydi, hayat da hep bu şekilde ilerlerdi.
Hayat ilerlerken çoğu zaman kimin gerçekten ne olduğu şunca önem arzetmezdi.

Yalnız benim perde de harbi perdeydi. Perde gibi perdeydi, kafama mafama geçip beni gecenin kör vakitlerinde kendime rezil ederdi ama harbiydi.  Bu evde hep perde gibi ve perde olarak bulundu. Masa örtüsü çıkar mı bundan diye bir iki denemem oldu fakat perde perdeliği konusunda oldukça asi ve dirençliydi.

Perde kadar olamıyoruz ya bazen, insan türü adına toptan utanıyorum ben. Öyle şekilden şekle sokmaya çalışanlar, istediğim gibi olsun diye yırtım yırtım yırtınanlar, insanı aslında o insan olmadığı konusunda ikna turlarında madalya alanlar!

Ben sosyallik sevmiyorum, sosyalleştikçe elleniyor insan.
Türlü takım taklavatla ve ne üstlerine vazife olduğu gizemini korumakla berabaer, temas ettiğiniz ahalinin önemli bir yüzdesi sizi başka bişey haline getirmeye çalışıyor. Artık kafalarına göre, içlerinden ne geldiğine göre...

Öyle laga luga epey uzatırım da , o değil mevzu.

Basit mevzu:
Perdeye helal olsun. Perde gibi değildi, perdeydi.

Yandı işte.

Haziran 03, 2010

Ah be Nazım...

Ah be Nazım, alabildiğine zamansız gittin.

Şükran bu sana ki, seninle zengin dilim, ama sen yokken hep biraz daha fakir.
Sonra insanlığımız... Çok bir başına, çok desteksiz...

Bir görebilseydin neler olmakta memleketinde şimdilerde... Gizli ve biteviye ve ondan da muntazam ve muhteşem ve anlamlı ve mağrur biçareliğinle ve bundan ileri gelen şairliğinle o adına sonsuz kadar hasretlik ve umut dizeleri düzdüğün memleketin... Ah bir bilebilseydin... Kimbilir ne esaslı öfkelenir, ne kadar pakedi açılmadık tumturaklı küfür varsa cümlesini icad eder ardından da uyak uyak dizerdin.
Dilimize dil ekler, insanlığımıza en kuvvetlisinden diri bir omuz verirdin.

Bir kulak ver Nazım, o halde, bir dinle hele, dinle neler neler olmuş senin 47 yılı dolan gitmişliğinde...

Arsızlığa ar dendi, insanın bunu doğru belledi, eriyor mu aklın?
Hiç olur der miydin, Kuvay-ı Milliye'n bile yalan edildi; yazarken, bu kadarı, herhangibir köşesinden geçer miydi aklının?

Sen "değil" demek için "vatan polis copuysa" diye sormuştun bir vakit.
Vatan polis copu oldu Nazım. Kafası yarıldı "selam ettiğin" amele ahalisinin. Çoluk çocuk sokaklara atıldı, itildi, kakıldı, üstünde tepinildi, sesi çıkanın kafasında da cop cop coplar patladı; benim böyle bir solukta sıraladığıma bakma, biliyorum ki aklın ermez senin.

Sen "değil" demek için "vatan amerikan üsleriyse" demiştin bir de...
Ne üssü Nazım, vatan büsbütün amerika oldu... Üs bitti, çünkü heryerde mevzilenildi, "üs"lenildi... O kadar bin metrekare var ki memleketinde şimdi senin, senin insanın memleketinde binlerce metrekareye girememekte, tepemizdeki mendeburlar dibindeki ABD itini el bebek-gül bebek-ballı börek beslemekte, semirtmekte...
Senin gıyabında gazeteler yazmıştı vaktiyle, oysa şimdi ABD karşıtlığına yasalar çerçevesince boy boy ceza kesilmekte.

Olmakta Nazım, hepsi teker teker... Olmakta ve almakta mı o deli dahi aklın ben dedikçe?

Senin döneminden kalma güvenlik gereçleri bile yok ocaklarda şimdi, bilgisayar çağındayız oysa... Adına asilikle ve özlemle  yazdığın insanın hala kara kömüre gömülüyor deste deste, en basit hastalıktan ölüyor; kafasını sokacak delik bulamıyor da, daha sonbahar ayında, insanının onlarcası sokaklarda uyurken donuyor. Senin demeye cüret ettiklerinin yarısını diyebilenler canından oluyor...

Memleketinde deste deste insan ölüyor Nazım, oysa savaş yok, denildiğine göre... Ölenlerin bedeninde, çoğunlukla, kurşun deliğine rastlanmıyor.

Rastlandığındaysa o delikler; siyasi gerekler, uluslararası dengeler ve osuruktan diklenmelerle sıvanıyor.
Ölüler de hiç hesap sormuyor Nazım, ölüler neden konuşmuyor?

Kaç sene evvel kapıları çaldırdığın küçük kız çocuğu, 2010 Mayıs'ının 14'ünde, Aysar Aser oluyor, bedeni 14'üne dek yaşlanıyor, Batı Şeria'da... Artık yaşamıyor... Ölüyor hala...

Ah Nazım, ben daha neler anlatırım da, bilirim sen bu dediklerime inanamazsın. Senin gibi anlatamam elbet de, bilirim konu şayet insansa, sen üsluba takılmazsın...

Bak ne diyeceğim, itibarın iade olundu senin geçen yıllarda, hani '51'de senin keskin talebini kabul buyurup seni vatan haini ilan ettilerdi ya... Hani seni, senin düşüncenle birlikte bu ülkedeki sen düşüncesini de resmen kapı dışarı etmişlerdi ya... İtibarsızdın ya sen bu yolla, fikrin tu kakaydı ya bu vasıtayla... Fikrine zerrece tahamülü olmayanlar o cüreti nerden aldılar bilinmez ama sana iade-i itibar buyurdular.

Valla Nazım, kızma ama gram sevinemedim. Sevinmeyi koy kenara, içimden çok ayıp küfürler ettim. Çünkü inan bana, iadeci merciinin bok dolu zihnini bir bilseydin, "alın o itibarı kıçınıza sokun" derdin. Tam olarak öyle demezdin de benim dilim bu kadarına dönüyor işte, anla... Demem o ki,  her tür riyakar sentetik statüyü elinin tersiyle iterdin, zalimin elini eteğini öpmezdin, o eli elinin tersiyle iterdin, iterdin değil mi Nazım?

Sonra işte başka bir biçimde, başka bir içerikte ama yine çok güzelce "Güzel günler göreceğiz" derdin. Herşeye rağmen diyebilirdin değil mi? İnanırdın da üstelik, inanırdık da biz o vakit, değil mi Nazım? İşte sonra o vakit biz, senin genç kardeşlerin, bu kadar fakru zaruret halde olmazdık değil mi umuda dair? Olmazdık değil mi Nazım?

Leylak görmemişlerimiz kokusunu bilir, tohumun kokusunu burnumuz tıkalı sezerdik.
Gece leylak ve tomurcuk kokardı sonra...
Sonra bir çınar kafa tutuşlarımıza yarenlik ederdi,
Adapazarlı Kambur Kerim, Arheveli İsmail'i kardeş bilirdi, 
Biz onları usta bilirdik.
Ustanın gözü karalığında taka sürmeyi öğrenirdik,
Motorları maviliklere sürerdik...
Sürerdik de mi Nazım?
Süreriz mi biz yine de maviliklere,
Sürebilir miyiz senin 47 yılı dolan gitmişliğinde de ?
..
Ah be Nazım, zamansız gittin.
Ya da bu dünyaya zamansız geldi bizim nesil.
...