Mart 28, 2010

Ofsaytınıza başlatmayın, beni de aranıza alın!

İlgilenenleri yermek için demiyorum, bir derbi sonrası oturup bu gayeyle yazı yazacak kadar deli değilim. Gayem saikim çok şahsi, kendimle ilgili bir hakikate değinip gidecem : Genelde sıcakkanlı bir insanım ama spor ile aramdaki mesafeyi hep korudum. Ne aktif ne pasif ,bi türlü bir samimiyet kuramadım. İşin aslı çok da denemedim, az denedim.

Netice itibariyle aramız açık spor kardeşimle, küslük yok ama resmiyiz birbirimize karşı.

Lise yıllarında kızların dibi düşerken, okulun basketbol takımındaki genç irilerine bi gram ilgi bile duyamadım. Spora ve sporcuya karşıyım diyemem ama onlar olmasa da bal gibi yaşarım.

Hatırladığım bir can ciğer dönemimiz şu: Sanırım 4-5 yaşlarındaydım... Üzerinde bir harita, ortasında da bir futbol topu olan bir çift çorabım ve pembe bir tişörtüm vardı. Babam tişörtümdeki haritanın Meksika haritası olduğunu söylemişti, ben de MeksikaSpor’u tutmaya başlamıştım. Öyle bir takım olmadığını da, bir arkadaşımın Meksikaspor taraftarlığımla “yok Meksika İdman Yurdu, ehe ehe” diye dalga geçmesi üzerine, üniversite 3. sınıfta öğrendim. Sonra da yukarda bahsettiğim mesafe hepten açıldı.

Genel olarak sporla bu mesafede seyreden ilişkim, futbol sporu başlığında özel bir  hal aldı. Futbol sporu piyasanın göbeğindeki konumu nedeniyle, az biraz aklım ermeye başlayınca, beni büsbütün kaybetti. İçeriğini çok bilemesem de, genel politik duruşumla günümüzdeki varoluşuna fevkalede karşı gelebilirdim, ayrıca taraftarlık nedir tatmamıştım, bol keseden atardım. Yaptım. Hala da bu bağlamda çok acaip polemik yaparım.

Gün geldi, iş kapitalizm çağında endüstriyel futbol olgusundan çıktı... "Lig maçları" başlığı altında bildiğin bir gündelik yaşam olayı halini aldı… Bu noktada işler birbirine girdi, benim yarım aklım karıştı...
... 
İşte bu noktada kendimi bir MeksikaSpor taraftarı kadar yalnız hissediyorum.
....
Bir iki yıl öncesine kadar  bir futbol takımı kaç kişiden müteşekkildir bilmezken bir anda kendimi sarı lacivertli twiggy terliklerle buldum. Evlilik biraz da böyle birşeydi, sen beyinin tuttuğu takıma holigandın, o senin dediğin  partiye oy verirdi… Benim ruhum oldum olası taraftar olmaya yatkın olduğundan, içinde bulunduğum bu duruma çarçabuk ayak uydurdum. Ayak uydurmayı bırak "fenerlinin kralı benim" mertebesine kararlı adımlarla 1, bilemedin 2 günde erdim. Öyle ki “kill for you” ekibinden birilerine bi gün “baarsanıza len, fener marşı çalıyor burda kansızlar” diye böğürdüm. 

Gel gör ki yılların açığını kapatmak zordu, hadisenin en temel gerçeklerine dair bile bir fikrim yoktu. Kaleci hep kalede mi dururdu, ofsayt istemsiz bir kas hareketi miydi, rakibi kendi ceza sahasına hapsetmek yargısız infaza girmez miydi, Rıdvan BAĞKUR emeklisi miydi?

Meseleyi teknik detaylardan kurtardığımızda elbette bildiğim bir iki şey vardı. Örneğin, emindim, Fenerbahçe-Galatasaray arasındaki çekişme en az bir on yıla sari idi… Neden öyleydi, onu da bildiğimi sanıyorum: Bence bu ezeli rekabet aslen iki takımın sarı rengi paylaşamamasından ileri gelmekteydi. Sarı renk de bir şeye benzeseydi…
 ...

"Derbi" lafı artık benim için bir jilet markasından öte anlamlar ifade ediyor. Kelimeyi bu anlamıyla cümle içinde bile kullanabiliyorum: Keza bakın şimdi yapıyorum: Bugün Galatasaray-Fenerbahçe derbisi vardı. Fener "deplasman"daydı, Arda sakattı ama oynayacaktı fakat Emre "sakatlığı nedeniyle sahalardan bu maç da uzak kalacak"tı, Beşiktaş "maç fazlası"yla liderin bi altıydı, GS şeytanın bacaanı kıracak mıydı, babam böyle pasta yapmayı nerden öğrenmişti…

Herşeyi biliyordum, dileyene ofsayt nanesini kendi pozisyonumu yaratarak tatbik edebilirdim. Sırtıma gelen su şişelerini profesyonelce etkisizleştirir, topu ağlara gönderebilirdim...

Ama olmadı... Hiç şans verilmedi bana. Çok dışlandım.

Bir GS, bir BJK ve benimle birlikte iki FB taraftarı derbiyi izlemek üzere bizim evde toplanıldı. “Sonradan olan” bi bendim sanırım ama bu gayretimi takdir eden bir insan evladı olmadı. Çok kırgınım.

Derbi süresince parçaladım durdum kendimi, konuyla ilgili bildiğim her kelimeyi uygun anda kullandım, zerrece kabul görmedim.

Doğruya doğru, Sabri’yi boğasım var; çok çamur, pis, sinsi ve rolcü bence. “Kim saldı seni lan bizim ceza sahamızın içine, defol git” dedim bir ara, bi alkış bişi bekliyorum, kimse çıt çıkarmadı. GS’li zata serzenmiyorum, hadi tamam da, BJK’li arkadaş ve kocam olacak FB’li şahıs bence bir takdir belirtisi gösterebilirdi. Hadi hiç olmadı, bence sırf GS arkadaşı kıl etmek için bile, destekleyici bir "kıs kıs gülüş" allahın emriydi.

Sonra bi ara FB oyuncu değiştirecek, kameralar oyuna girecek dümbülde sabitlendi, şahsı tanımıyorum ve bence çok tipi bozuk bişeydi, “Daum’da da hiç kafa yok, bu çirkini ben olsam almam oyuna” dedim; topluca bir iç çekildi.

Arada Guiza bi yattı yuvarlandı, “uf be bi sakatlan da bari bi naneye yara” dedim, “yaa bana bir bira getirebilir misin” denilerek uzaklaştırıldım.

Sonra bi baktım, yedek kulübesinde Arda denilen pigme söylenip duruyor el kol sallaya sallaya, çok şımarık bir insan o bence, o ara eli dikkatimi çekti “aa alyans mı var onun parmağında!” demiş bulundum. Yemin ederim herkes duydu ama duymaza gelindim zımni bir anlaşma ile.

FB 70. dakikada Selçuk ile golü bulunca (ben golü göremedim, ali de GS’li bi misafirimiz var diye heralde sevinçten evi yıkamadı, mevzuyu geç farkettim bu yüzden) baktım Selçuk’un suratta “o neydi lan” der gibi bir hayret, “aha, o da hesap edemedi hareketin sonunu ha ben diyim” dedim. O noktada hepten bittim sanırım.

Sonra GS beyhude beraberlik golünü bekledi durdu... Milli piyango sanki. Kendi evinde tabi mağlup olursun bu kadercilikle he heyyyyt! (Bunları demedim. Rencide olmuştum toplum içinde, içimden konuştum.)

Arkadaşlar giderken son bir gayret “Erman Toroğlu Fatih Altaylı’ya nasıl laf koymuş ya ‘eski kabzımalım hıyardan anlarım’ demiş, ne adam ya, ehe hehe, hep okuyorum ben öyle sipor sayfası falan, ordan biliyorum” dedim. Meğer Erman malı o lafı hıncal uluca etmiş… Haddimi bilemedim, bok yedim... Kimseleri inandıramadım.

Çok dışlandım…
***
Bütün bu yaşananlar bir tek şeyi bir kez daha doğruluyor ki: Doğruyu söyleyeni dokuz köyden kovarlar.
Arda pigme, Gökhan Ünal tipsiz, Selçuk at hırsızı ve Sabri de iğrenç bir insan… Yalan mı?

Adamların derdi başka... “Biz erkekler çok farklıyız, çok aklı açık ve bir o kadar da analitik bir cinsiz; futbol nanesindeki derin mananın, kusursuz taktiğin idrakına ancak biz erkeklerin sahip olabileceği bu dahiyane akıl varır! Ofsaytı oce rengi sanıyorsun bıt bıt konuşuyorsun, bi git! Ne seni dinlerim ne de ne dediğini iplerim” tavrı bu, yoksa hepimiz biliyoruz ki ben haklıyım. Şimdi ben aynı ortamda “ali şampiyon bence, bu ligdi migdi hikaye hepsi, yani benim bizzat kendi şahsi fikrimce” desem on numara olurdum. Bana hak vermek için sıraya girerlerdi. Futbolla ilgili konuştum ya, cadı oldum.

***

90'' standart koşturma, 5'' uzatma ve Cüneyt Çakır karşılaşmadaki son düdüğünü çaldı. Dev derbinin galibi Fenerbahçe oldu..

Mart 25, 2010

"Büyük Kardeş" diye bir şey yoktur.

Annemlerin aramıza bu kadar yıl sokmasının mecburiyetten ileri geldiğini yıllar sonra öğrendim. Belki mevzu üzerine düşünsem hikayeyi çözerdim de ben yavrulamanın leyleklerle telepatik bir ilişki neticesi gerçekleştiği yolunda sarsılmaz bir inanca sahiptim. E sarsıldı normal olaraktan bi vakit, sarsılması gerekirdi zaten de bendeki  "ulan bi numara var diyorum lan ben de kaç saatir..." ayması gecikmeli gerçekleşti.

Serde asilik olsa da bir yanım sarmalanma isteğiyle dopdolu bir kedi yavrusu. Herdaim sıcak bir soba arkası, yatağına işesem de beni sütsüz bırakmayacak mutlak bir gönül bağı, bitlensem de tiksinmeyecek bir iki insan evladı şart bünyeme. Bu ne zamandır böyle bilemeyeceğim, sanırım böyle doğdum. Beni bu mutlaklıkla kabullendiğini düşündüğüm insan evlatlarına vefa borcumu da söyledikleri herşeye tartışmasız inanmakla ödedim. 

İlk bebeden yaklaşık on yıl sonra güç bela üretilebilen bir bünyede bu tür arazlar olması şaşırtıcı değil gibime geliyor şimdi. Habersiz misafire evde ne varsa onlarla yapılan çok zahmetli ama içine şehriye niyetine çubuk makarna kavrulup konmuş boynu bükük bir pilavım gibi sanki...

Tamam dramı geçtim. Sebeb-i ziyaretimle de zerrece ilgili değil zaten fakat baktım ortam pek müsait bir iki döktüreyim dedim; evet pislik bir şey bence de, derhal tasvip etmedim.
 ***
Anne ve babamın aramıza yıllar dizmiş olması, bendeki bünyede çeşitli arazlara yol açtığı kadar yine bu nedenle bendeki arızalı beyin "ehe, bitlensem de sever ki o beni, bu durumda ben de onun her dediğine inanır saygıda kusur etmem" yollu ilk algılamasına seninle nail oldu. Büyüğümdün son tahlilde ve bizim oralarda o vakitler "büyük kardeş" diyen birine iyi gözle bakılmaz kendisi hakkında "zengin piçi" yollu dedikodular alınır yürütülürdü; filmlerde geçerse eni konu dalga geçilir ve akabinde esefle kınanırdı,"büyük kardeş" olur muydu, kardeş dediğin bir iki boy küçük olanın adıydı. Son tahlilde sen benim büyüğümdün.

"çenen mayasıllansın e mi" yi hakedecek bir çocuktum, kabul. Ben abuk sabuk konuştukça anneme "aman duyma duyma" diyen fikriye teyzenin suratındaki et benlerini bir bir yolmak istiyordum ama annemle arama girdiği içindi bu zavallı şiddet hayalim.

Genelde şiddet düşkünü bir çocuk değildim, biliyorsun. Konuşkandım evet, ya da tamam hadi gevezeydim,  öyle diyelim. Ve hatta konuşmadan geçirdiğim her beş dakika karşılığında bana para teklif etmene de tamam. El kadar bebeyi rüşvetle terbiye etme girişimlerin hoş değildi ama sen de ergenliğinin en bir dibindeydin, hoşgörüyorum. Zaten bu "ya senle mi uğraşacam bi git başımdan " tavrın beni rüşvetçi de yapmadı, zararı yok.

Fakat ben "bişe dese de inansam, hiç sorgulamasam, ya da en iyisi tapsam" diye melül melül ağzının içine bakarken "ba ba bak konuştukça çenen uzuyor" demen ve bu iddianı kanıtlamak için 15 kiloluk kemikyoğun bedenimde 10 kilo çeken sivri çenemi göğüs kafesime değdirmemi salık vermen hiç hoş değildi. Bana bunu yaptırdıktan sonra, ben gepettodan evlatlık alınmış besleme ayarında zırıl zırıl ağlarken senin kıkır kıkır kıkırdaman ve "bak dedim ben ama, sus biraz , kısalır belki zamanla" diyerek masum korkularımı zerrece adam yerine koymayışın neredeyse caniceydi. Çok konuşanın çenesinin uzayıp uzayamayacağı konusunu bir daha hiç düşünmedim, zira bu kesindi. Kar beyazdı deniz maviydi ve çok konuşursan çenen uzardı. Mazallahtı, allah kimselere vermeyeydi.

İlkokul bilmemkaçıncı sınıfta konu açıldı da öyle öğrendim olayın aslını. Epey bi direnmişimdir kesin "ya bi git manyak cahil cahil konuşma, uzuyor işte ablamdan iyi mi bilecen" diye. 

"Rezil ettin beni ele güne, bütün psikolojimle oynadın, tarumar ettin yarım aklımı, bak kaç yaşına geldim kendime gelemiyorum." derdim ama...

18'imde evlensem 5 yaşında çocuğumun olacağı yaştaydım. Ortaköydeydik. Her nedense denize bakıyorduk ki bu eylemi o zaman da çok anlamsız buluyordum, ortama ayak uyduruyordum. Bir arkadaşımın "deniz hangi yönde acaba?" diye sorması üzerine tereddütsüz "kuzey" dedim. Şaşırmıştım çünkü zat erkekti, -kadınların yer yön duygusu yoktur anırmasının sınırları dışındaydı- yıldız gezegen uzay muzay meraklı bi tipti, yıldızdan yön çıkarırdı ve denizin hangi yönde olduğunu bilmiyordu. E artık yuhtu, bıraksındı uzay muzay önce bi pusula alsındı... O da şaşırmıştı çünkü beni oradan tek başıma salsalar Beşiktaşa diye başlar Ankara-İzmir Karayolunun 50. km'sinde ortaya çıkabilirdim, benzer şeyler yapmışlığım vardı... Ama  artık bunda  da bilemeyecek ne vardı? Hayat Bilgisi dersinde, taptığım insanlardan biri olan örtmenim yönleri anlatırken yüzümüzü denize dönmemizi, na işte oranın kuzey olduğunu ve ona göre yönümüzü kolayca tayin edebileceğimizi söylemişti. Derhal denemiştim, yüzümü denize dönünce, evet ya, arkam güneydi, solum batı ve sağım da doğuydu... Demek ki deniz kuzeydeydi. Bunu bilemeycek ne vardı? Anlattım ben de cahillere ,dedim "işte çok açık, deniz kuzeyde..." 

"Ama Ortaköy Karadeniz'de değilmiş"miş... Denizin kuzeyde olması bir şarta mı bağlıydı yani? Peki ya benim inançlarım ne olacaktı? Siz benim örtmenimden iyi mi bileceksinizdi? Hayat ne kadar acımasızdı, atsa mıydım kendimi nerde olduğu belli olmayan şu kişiliksiz denize?
***
Neyse ki bir mutlak bilgiye ulaştım neticede. Mutlak olsun bizden olsun: "Rezil ettin beni ele güne, komple oynadın psikolojilerimle, tarumar ettin yarım aklımı, bak kaç yaşına geldim kendime gelemiyorum." diyemiyorum sana çünkü benim fabrika çıkış ayarlarım böyle. Sen bi ayar çektiysen şayet o kesin iyi bir şeydir. Neticede büyüğümsün, saygım sonsuz ama sevgim o saygıyı odunla kovalar. 
Ayrıca bitlensem bile sen kesin tiksinmezsin. Yatağına işesem de seversin. 

Küçükken odana işiyordum zaten, halının altına. Bak bu tuhaf ama di mi? Yoksa sen benim psikolojilerimle oynadın mı sahi?

Mart 20, 2010

Şantaj-Montaj; İllet-Millet

"Uyaklı laf sokma" olayına değineceğim. Basit bir nedenim var: laf sokmak.

Fakat lütfen okumaya devam edin çünkü "laf sokma" eylemimi "uyak muyak ayağına etkiyi bedavaya getirmece" sığlığı ile yapmayacağım.

***

Bir vakit bi arkadaşım sıkça şuna benzer bir şey diyordu : "Cahillikle 'tartışmayın', kazanamazsınız. Çünkü o sizi önce kendi hizasına çeker, ardından sizi bu bilemediğiniz alanda alt eder".

Hiza miza kafa karıştırmasın, olay olabildiğince net, iki dakika kapayın gözlerinizi, illa ki bu anı yaşamışsınızdır.

Sevimli bir örnekle başlayalım:

3 yaşındaki bi velede, içinde "kırık beyaz"  geçen bir cümle kurduğunuzda "beyaz kime kırılmış? Beyazı kim, niye, nasıl kırmış? Beyaz cam mı?" yollu olası sorgulama sizi sizden alır, sizi sizden soğutur: lönk diye kalırsınız. Ya da aynı velet mandalinanın portakal rengi olması hususunda aklınızı alabilir "ama o bir mandalina, niye 'portakal' rengi olsun ki" diyerek... Tartışmaya girmenizi önermem, şapa oturursunuz kuvvetle muhtemel.

Ve bununla birlikte delice bir gerçek vardır ki, çocuk aklı muhteşemdir, sarih ve sarsıcıdır! Tabi "çocuk aklı"nın bütün bu özellikleri, o aklın sahibi gerçekten bir çocuksa geçerlidir.

Sözünü ettiğim bu akıl yürütme bir yetişkinde; özellikle yetkili, etkili, kudretli bir yetişkinde gerçekleştiğinde iki ihtimal vardır genelde:

1- Kendisi iyiniyetli bir morondur.
2- Kendisi kötüniyetli bir cahildir.
3- Kendisi bir söz yazarıdır (spesifik ihtimal+ her iki ihtimalin kesişimi)


***

Bir ara dilime pelesenk olmuş bir şarkı vardı, obsesyon halini aldı, hala bir kere aklıma gelince 2 gün kafamda dönüp duruyor: "Yaptığına şantaj denir böyle aşka montaj denir...Şantaj montaj şantaj montaj (koro)"... Hatta kendimden de bişiler ekledim, ilk iki tekrar orjinal "şantaj montaj şantaj montaj" sonraki iki tekrarı "şanti monti şanti monti" şeklinde söylüyordum.

Hadi ceylan küçük, bırak bin yerinden yamalı silikonunu yaptığı 27 evlilik ile bunların katlı ürünleri ve dahası şahsının akılalmaz trajedisi kendisinin çocuk ruhundan şuncacık götürmemiş. Anladık. Garibimin hoşuna gitmiş jelibonun j'si şekerin ş'si... Söylemiş kızcağız.... Ama be müslüman, söz yazarıyım diyorsun, bi kendine gel! Ne diyorsun?

"Türkçede 'j' harfi ile biten 14 kelimeden ikisini buldum, bulmakla kalmadım şarkı yazdım, yazmakla kalmadım nakarata koydum, daha iyisi varsa ağzıma .ıçsınlar" mesajıysa bu şarkın, çok çiğ, bilesin... Ama para sende, orası ayrı. Ama senle tartışamam, orası da ayrı... Neyini tartışacam allaşkına "ay yok, aşk da montaj olmaz azizim, bi kerede çekiliyi bunlar" mı dicem? Suyun derinsizliğini bilmeden bodoslama dalmak suretiyle burnumu kırarım, adam suyumu sıkar da gık diyemem valla. Çalıların arasında sahip olur aklıma...

Fakat sonuç ne: o uyak bi nane demese de , dilime de pelesenk olur böyle...

"Sevgiliye uyaklı laf sokma" trendini "in" eder ve dahası o trendin vazgeçilmez "şeysi" olur.
 

***

Bütün bunlar nerden mi aklıma geldi? Anlatayım:

Toplu taşıma ücretlerine yapılan zamlara karşı çıkanlara "Bunlar milletten yana değil ha! Bunlar illetten yana." buyurmuş başbakan.

Fesfelaket alkışlanmış akabinde fakat konumuz şakşakçılar değil, kendilerine bir başka söylenmede değinmiştik, burda lütfen uyağa dikkat edelim! İllet-Millet...

İçerik bomboş(k)sa, uyak hayat kurtarır.

Yaptığına şantaj denir böyle aşka montaj denir.

Bunlar milletten yana değil, bunlar illetten yana.

Uyak edebi yetkinlik ve yeteneğin göstergesi olabildiği kadar, içerik saçmalaştıkça bir can simidi halini alıyor.

O can simidine bir söz yazarı yapıştığında hepi topu gülmece oluyor.

O can simidine bir başbakan yapıştığında, hiç inandırıcı olmuyor.

***

Çocuk aklının çocuktaki muhteşemliğini farkedenler banka reklamlarında bir çocuğu konuşturuyor. "Herkes parasını bankaya yatırsın, banka yatırım yapsın, abim iş bulsun, topumuz mutlu olalım" diyince bi çocuk vik vik, bu akıl yürütmedeki naiflik kitleleri saracak, kitleler akın akın bankaya koşacak ki çocuk mutlu olsun! Reklam sesi çok çok 2005'li, amaç ulvi, toplum hisli, gelsin paralar hikayesi...

Neyse... Başbakan da bu yüzden reklam seslendirmiyor zaten. Yoksa parasını beğenmediğinden, ne bilim rütbesine yaraşmayacağından filan değil. O naif akıl yürütme, bir yetişkinin sesinden dinlendiğinde pek riyakar duracağından... (İşe yarasa reklamda da oynayabilir zannımca; kavgacı ve inanmış görüyorum kendisini zira...)

Başbakan tam da bu yüzden, 2005'li bi velet ayarındaki akıl yürütmelerini "uyakla laf sokarak" etkili kılmak zorunda hissediyor; "illet-millet; ha ha çaktın mı leng, benzetmeye kafiyeye bak, zehir gibiyim alimallah, bu pratik zekayla abye girerken sakız çiğner, o esnada abdyle asker pazarlığına oturur, lavaboya gidecem numarasıyla bi telefon eder fetoya günlük raporumu da veririm" alt yazısı ekranlarda akıyor...

***

A) Herkes parasını bankaya yatırsın, banka yatırım yapsın, abim iş bulsun, mutluluktan ölelim.
---(Çocuk, vik vik ötüyorsun, benim de iki tane dünya süperi yeğenim var, içim gidiyor... Abini düşünmen ciğerimi pare pare ediyor ama yanlış yoldasın diyim; abinin o bankaya 5 milyar kredi borcu var, donunuzu alacaklar! Su mu bişi sat da bi faydan dokunsun, madem hislisin...)

B) Ulan toplu taşımaya zam yapmazsak belediye zarar eder, zarar ederse belediye işçi çıkarır, işçi işsiz kalınca aç da kalır, millet değil illet senin olayın! 
---(Hısma akrabaya, eşe dosta, toruna torbaya üç kuruşa otu boku ihale etmelerin, belediyelerin kasasına ne hacimde adılazımgelmezler geçirdiği konusuna hiç girmeyeceğim çünkü biliyorum ki mandalina niye portakal rengi olsun ki den başlayacak illete-millete bağlayacaksın. Mal gibi kalacam. Tartışamam ben senle, ucuz numaralar ama kendi çapında zehir zembereksin maşallah. Bence reklam piyasasına dal, bol ekmek var, diyim.)


C) Yaptığına şantaj denir böyle aşka montaj denir.
--- (evet, valla öyle, hayat işte, şudur budur, haklısın valla.)

***
Tartışmıyorum, Sonuçları açıklıyorum:

Bence (A) çocuk.
(C) sözyazarı.
(B) de iyiniyetli değil...


***
Uydu mu?

Mart 17, 2010

"Erken Kaybedenler"

Herkes yazarların harika ötesi bir hayatı var sanmakta zannımca...

"Herkes" biraz fazla oldu, "kitap okuyan herkes" demeliydim. Zira okumayan kişinin "yazar bir kimdir, ne yemekte ne içmektedir, hayatı ne biçimdir" sorgulamasına gelene kadar "yazmak bir nedir: tanım ve amaçlar" hadisesini kavramak konusunda en az 3 yıllık bi eğitime ihtiyacı olmalı. Gerçi şimdi hızlandırılmış kurslar filan var, bu teknolojiyle 2 ayda halledilebilir, umutsuzluğa kapılmamalı...

Konuyu dağıttım yine, benimki de böyle bi bünye. Diyeceğim o ki, entelektüel bir çevrem var allah için: okuyan, yazan, çizen ve hatta film kritiği yapacak, müzikal polemiklere girecek, ayar verecek bi çevrem var. Elde değil, bu tiplerle anlaşabiliyorum, n'apim! İşte bunlar ("kitap okuyan herkes" kategorisinin alt kümesi oluyor bunlar. Kümesteler yani, tavuk bunlar, he he) anlar ne dediğimi ve herhalde hepsi yazarların hayatına özenir.

Benim de herdaim bu "nefis hayat bea, bi bok da yazmıyo aslında ha ben sana diyim, ben alasını yazarım da işte..." yollu iç geçirmelerim, dışa vurumlarım olmuştur, eminim ki daha da olacaktır.

Bu mevzuda adlı adınca kıskancım. Bi gece Alinin ağzında bi kız bulayım "aa kız ağzının içine düşmüş he he" der gülerim yeminlen; ama bu yazarlar hadisesinde hassas, hassas olduğu kadar güzel, güzel olduğu kadar da cüretkar bir tutum sergiliyorum. Kıskanç olduğum kadar da Nuri Alço'yum, Kenan Kalav'ım vs... Açığım yani...Saklamanın lüzumu yok; az sonra anlatacağım zaten. Durum bu.

***

Polisiyeseverim. Bu tanımlama TDK da mevcut mu bilemeyeceğim ama hayatta mevcut. Bir iki çok sevgili arkadaşım var, onlar da öyleler ve biz birbirimizi hep "ya onu bırak da o da polisiyesever, bunu da göz önünde bulundurmak lazım" duygusuyla kayırırız.

Yalçın Küçük, vaktiyle, Türkiye'deki teorik üretimin zayıflığına (elbette onlarca farklı tez eşliğinde) delalet saymış Türkiye'deki polisiye edebiyat fakirliğini. Çünkü polisiye demek analitik düşünme, insan anatomisi ölçüsünde bir sebep-sonuç bağlamı, dehşetengiz bir kurgu demek...

Yalçın Küçük'e saygım hörmetim sonsuz ama bu konudaki değerlendirmelerinin doğruluk payı çok canımı sıkmış olmalı ki, bir polisiyesever olarak "ya bizden de çıkar bişiler hocam ya, umudu da kesmeyelim" şekilli bir ayrı merak uyandı bende. Hastalığın kendisi değil, semptomu canımı sıkmış demek ki, hani sanki Türkiye'de iyi polisiye yazılıyor olsa tarihsel bir üretim çıkmazından kurtulacağız! İyi polisiye yazılsa eşsiz bir teorik üretim merkezi olacağız, bırak memleketi dünyayı birbirine katacağız... Olmaz tabii de, bende öyle bi duygu oluştu.

Tabi o duyguyla birlikte, bir araştırma merakı...

"İyi bir polisiyeci bulsam bu toprakları kurtarcaz olum" hissiyatı beni belirlemedi desem yalan.

"Memeleketin ağzına .ıçtılar çünkü iyi polisiyeci yok" desem hepten yalan...

Çünkü var.

***

Emrah Serbes*.
Yukarıda ifade etmeye çalıştığım iki duygunun  kesişim kümesi.
O da kümeste, belli ki okuyor.
Ve yazıyor...

***

Kıskançlık şurdan:

Adam 1980  doğumlu....
Benden 2 yıl fazladır yaşamışlığı...
Okumuşluğu...

Ohhhh, son kitabının baskısı tükenmiş, ceviz çalışma masasında  yanında (ekonomik duruma göre değişir), koca bi şişe "marmara34", yaz babam yaz... Yat, kalk, izle, oku, seviş, hatırla, düşle, gözle, anla, anlama...

Yaz sonra, karnını doyur ayrıca bu eylem vasıtasıyla... Ne kebap! Ara ara imza günü, okur sohbeti derken ego da binbeşyüzseksendokuz. Daha ne olsun!

***

Kendini var ettiği için o işi seçmiş insan kaç tanedir?

O işi bulduğu için kendini orada var etmeye çalışan insanın mutsuzluk hikayesi kaç milyardır?

Gel de kıskanma!

***

"Hepi topu 2 yaş büyük benden beyimiz" dediydim zamanında ve zaman zaman hala kendimi iyi hissetmek için demekteyim...

4 yıl önce "hepi topu 2 yaş büyük benden deyyus" dediydim, 3. kitabı çıktı.

4 yıl önce "hepi topu benden 2 yaş büyük"tü ve fakat şimdiki benden 2 yaş genç...

***

Marmara34 mü içer yazarken bilemeyeceğim.

Yazarken ne içtiğin yazdıklarının kıymetini belirler mi onu hiç bilemeeceğim.

Ama okumak lazım.

Polisiyesevmez olsanız da, şimdilerde baskısı tükendiğinden bi yerlerde bulamayacağınız "Erken Kaybedenler"i okumanız lazım. Polisiye değil, temin ederim.

***

İşbu söylenmeyi okuduktan sonra da en zahmetsizinden bi yorum yapıverin dibine; deyin ki "bi bok da yazmıyo aslında ha ben sana diyim, sen alasını yazarısın da işte..."




* burda da yazmakta zat.

Mart 05, 2010

Hain hafta, al sana bir bomba!

"Erken çıkarım bugün" diye düşündüğüm gün, son dakika eşitliği uzatmalar derken dokuza doğru işten çıkabildim.

"Aman ne var 3 dakikalık iş" derken icra memuruyla tarifi mümkünsüz bir kavgaya girişip memuru azarlamak üzere icra müdürünü göreve davet ettim: "bir şey deyin şuna bana çok psikolojik davranıyor" dedim! Haliyle ciddiye alınmadım. 3 dakikalık iş 1 saatimi aldı. Titreme terleme cabası...

"Sakinleş, olumlu düşün" telkinlerim ilkokul çağındaki bir veledin alnıma leblebi atmasıyla bölündü. Kendini ele veren pis sırıtışıyla "abla abla çok çok özür abla çok..." demesi bende bir affedicilik yaratmadı ama dilim tutuldu, tek bi laf edemedim. Pis pis baktım.

Onla bunla konuşup tereyağından kıl çeker gibi açacağımı sandığım dava hakimi olmayan bir mahkemeye düştü. İlgili adliyede hakimi olan 8 mahkeme var; benimki hakimi izinde olan diğer 9.'ya düştü. Yardım edeceğine yeminler edenler suratıma pis pis sırıttı ve arkamdan da bolca gülmüşlerdir tahminimce.

Kendisi de bi hamster sahibi bir arkadaşımla karşılaştım adliyede aynı gün, milletin içinde hüngür hüngür ağlamaya başladım.

Adliyeden çıkmaya çalışırken nezarethaneye girdim. Çıkış katından 1 kat aşağıya inmişim, bir polis memuru "hamefendi hamfendi bi üst katt" diyerek aklımı aldı. Fakat o sayede dışarı çıkabildim.

"Ne boktan gün aliyle bişiler yapsak da bari stres atsam" diyordum ki beyzadenin başka planları varmış, eve 1'e doğru geldi.

"Bu hafta da bitecek ve haftasonu canını çıkaracağım keyfin" modundayken, haftasonu gitmeyi planladığımız mekanda yer olmadığını öğrendim.

"Midem kötü maden suyu alayım" saikiyle girdiğim süpermarketten öksürük şurubu kokulu vişneli soda almışım. Evde farkettim. Valla bir şey yapamadım, artık ne yapayım. Boynum bükük, vişneli soda içiyorum. Takatim tükendi.

Çok fazla su içtiğim ve sık idrara çıktığımın farkına vardım bu esnada, "böbrek yetmezliği de vardır bende" diye düşündüm.

Yerin yedi kat dibi haftası!

Bitemiyor hala, halen günlerden cuma ve saat hala 22.03.