Ekim 21, 2011

Kaybımız büyük.

Kahramanımız bir erkek... Yok yok, değil, bir kadın... Çünkü saçları uzun ve eflatuni bir ruj var dudağında. Camlar buğulu olduğundan renk net değil, rujlu olduğu kesin de rengi en yaklaşık tahminle eflatuni işte...

Yabancı yabancı bakıyor, acaba daha önce hiç metrobüse binmemiş mi? Oysa çalışan biri gibi, yani günde en az iki kere o lanet şeye binmeli. Bi dakika, yoksa o yabancılık fazla kalın çekilmiş göz kaleminden mi? İnsanın işten çıkış saatinde hala makyajlı olması mucizevi, değil mi?

Sarı saçları var.  Var mı dedim? Yanlış oldu, çünkü yok. Yani saçı var da sarı değil. Çünkü gözleri mavi. Çünkü çok güzel ama başka şekil. Sarı saç mavi göz ezberinde değil. Siyah gibi görünüyor, yani saçları diyorum, olsa olsa koyu kestanevi. Evet, öyle, çünkü dediğim gibi, camlar buğulu. Netsizlik benden ötürü değil; sebebi insan nefesi... Seçemiyor gözüm işte, tıpkı sizin de emin olmak için hala baktığınız gibi.

Kahramanımız aslında pek kahraman sayılmaz. Bilakis pek tedirgin, hep geçimli, tek kelimeyle naif. Cam ardından mümkün değil tabii de, ensesine vursak cüzdanını alırdık, kesin. Fakat biz öyle kimseler değiliz. Hem cezası da var. Ayrıca kız da kimseye böyle bir şey yapamaz. Hatta cezasız olsa da yapamaz. Bu yüzden onu bütünüyle anlamamız mümkün değil. Korkak bir iyilik ondaki. İyiliği yiyen bir korkaklık; korkaklık yüzünden bir iyilik belki. Onu  net bilemiyoruz çünkü dediğim gibi, camlar buğulu. En çok güne dayanıklı göz kalemini, eflatuni rujunu, sarı olmayan saçlarını seçebiliyoruz; hepsi bu.

Kahramanımız bir durakta iniyor, ya da biz öyle sanıyoruz. Bu, mmm, şey olacak..., köprüden sonraki ilk durak. Bilemedin ikinci. Çok çok üçüncü... Bir kaç ihtimal daha var ama onları da sayarsak boku çıkacak; saymıyoruz. Neticede inilen her yerin durak olduğunu biliyoruz. Devamı var, seziyoruz. Köprüden önce yahut sonra kaçıncı, bir süre sonra önemsemiyoruz. Fiil itibariyle bir süre duruyor ve sonra binerek devam ediyoruz. Atıydı, eşeğiydi; artık neye binildiğini iplemiyoruz. Binmek önemli oluyor, binilen yerin adını da, evelallah, biliyoruz.

Kahramanımız, iner inmez gözden kayboluyor. Ben kaybediyorum en azından, siz takip edebildiniz mi? Mavi gözlüydü, evet, inenlerin hiçbiri mavi gözlü değildi, evet. İnmedi mi, indiğini görmediniz mi, gördünüz mü, evet, ben de gördüm. İnerken gördüm de inenler arasında yoktu, siz gördünüz mü, hayır mı, ne tuhaf...

Sahiden çok tuhaf... Kahramanımız, bir durak var ise orada inmeliydi. Bir süre beklemeli ve tekrar binmeliydi. Hikayenin gelişi böyleydi ve ayrıca duraklar da bunu gerektirirdi. Kahramanımıza gelince; o, durakta buhar olacak cinsten biri değildi, bilakis, pek tedirgin, hep geçimli, tek kelimeyle naifti.

Bu kadar yumuşak başlı bir kahramanı bile bilemediğimiz bir durakta kaybettik. Zorunlu olarak bir hikayenin daha sonuna geldik. Sizinle hikaye mikaye de yazılmaz, el işte göz oynaşta... Gitti gül gibi kahraman.

E, esen kalın madem. Ya da kalmayın. Ya da kalın, banane.

1 yorum:

Aylin Balboa dedi ki...

sfdsfdgsfdgsf kaşla göz arasında